Bazen gözlerimi kapatıp, haritasız ve telefonsuz bir dünyanın hayalini kuruyorum; henüz keşfedilmemiş denizleri, bilinmez kıyıları ve ufka doğru yelken açan cesur kaşifleri… O eski zamanlarda, macera henüz bir kelime değil, yaşamın ta kendisiydi.
Hint Okyanusu’nun ortasında, zamanın akışından uzak bir ada zinciri uzanıyordu: Seyşeller. Rivayetlere göre, bu adalarda ilk ayak basan denizciler orada kalmaya karar vermişti. Seyşeller’in efsanesi işte böyle doğdu; bugüne kadar içimizdeki maceracı ruhu kışkırtmaya devam ediyor.
Praslin Adası, Seyşeller’in ikinci büyük adası, o dönemde Arap denizcilerin keşif rotasında önemli bir duraktı. Onlar, ticaret yapmak ve nadir bulunan mallarını satmak için adalara yelken açarken, burada benzersiz bir hazineyle karşılaştılar: Coco De Mer. İlk bakışta sıradan bir palmiye cevizi gibi görünse de, şekli adeta bir kadının kalçasını andırıyordu. İşlevsel bir değeri yoktu belki ama Arapların pazarlama dehası sayesinde Coco De Mer, baharatlarla aynı değere sahip aranan bir süs eşyasına dönüştü.
Meraklı denizciler bu nadir cevizin kökenini öğrenmeye çalıştığında, onu bulanlar yalan söyledi ve soranları Maldivler’e yönlendirdi. Böylece Coco De Mer, ya da halk arasında bilinen adıyla Maldiv Hindistan Cevizi, efsaneleşti. Bugün Praslin’deki Vallee De Mai, 400 Coco De Mer palmiyesini barındıran dünyanın tek koruma altındaki rezervi olarak ziyaretçilerini karşılıyor ve Seyşeller’in gurur kaynağı olarak parlıyor.
Vallee De Mai’de dolaşırken, her ağaçta yüzyılların sırlarını, denizcilerin hayallerini ve doğanın büyüleyici mucizelerini hissediyorsunuz. Burası sadece bir ada değil; aynı zamanda zamanın ve keşfin sessiz bir tanığı. Seyşeller, Coco De Mer’in gölgesinde, sizi kendi efsanesinin bir parçası olmaya davet ediyor.

Efsaneye göre dört Arap denizci yüzyıllar önce Coco De Mer’i aramak için Siluet Adası’na gelmiş. Ne yazık ki hiçbir şey bulamamışlar; gemileri bozulmuş ve çoğu açlıktan ölmüş. Hayatta kalanlar ölenleri adanın tepesine gömmüş. Son denizci öldüğünde cesedini gömecek kimse kalmadığı için günlerce açıkta kalmış; tepedeki büyük haçın ona adandığı söyleniyor. Ancak düşündürücü olan, Arap denizcileri anmak için burada bir haç dikilmesi… Bu tuhaf detay, adanın hikayesini daha da gizemli kılıyor.
Seyşeller’deki modern izler ise Mahe Adası’nda başlıyor. Le Meridien Fisherman’s Cove, adadaki turizmin başlangıç noktası olarak kabul ediliyor. Hikaye, buranın Seyşeller’in en eski aile işletmesi otellerinden biri olduğu zamanlara kadar uzanıyor. İşler bozulup otel kapandığında tesis uzun süre terk edilmiş. L şeklindeki tasarımı ve doğal kaya oluşumları, balıkçılık için ideal bir koy yaratmış; yerel balıkçılar günümüzde hâlâ öğleden sonra gelgitte balık yakalamak için buraya geliyor.
Seyşeller mavisi

Hint Okyanusu’nun mavisi, belleğimdeki tüm mavilerin ötesindeydi; ne Akdeniz’in tuzlu ışığına, ne de Pasifik’in geniş sessizliğine benziyordu. Burada mavi, tek bir renk değil, suyun içinden nefes alıp veren bir canlıydı. Güneş yükseldikçe deniz, dört farklı tonda değişiyor; her dalga, başka bir maviyle konuşuyordu.
Kıyıya yaklaştıkça beyaz kumlar, suyun altındaki mercanlarla ve sedef kabuklarla buluşuyor, denizin dibi bir tablo gibi görünüyordu. Palmiyeler rüzgârla birlikte manzaraya yumuşak bir perde indiriyor; huzurun sesi sadece yaprakların hışırtısından ibaret kalıyordu. Suya adım attığımda küçük balık sürüleri ayak bileklerimin etrafında dönüyor, deniz kestaneleriyle yan yana duran büyük, renkli balıklar bir anda ortadan kayboluyordu.
Adanın sakinleri tıpkı rüzgârları gibi sıcak ama temkinliydi. Akıcı İngilizceleriyle yol tariflerini, en iyi balık restoranlarını büyük bir gülümsemeyle anlatıyorlar; ama kendi hikâyelerine geldiğinde kelimeleri deniz kabuklarına saklıyormuş gibilerdi. Konuşmadıklarında bile bir dinginlik, bir başka tür bilgelik paylaşıyorlardı.
Hazine peşinde büyüleyici bir öykü

Seyşeller sadece denizin ve gökyüzünün mavisiyle değil, insanlarının hikâyeleriyle de büyülüyor. Ada halkı, Afrika’dan, Asya’dan, Avrupa’dan gelenlerin karışımından doğmuş bir mozaik; her biri kendi geçmişinden bir renk, bir ritim, bir inanç getirmiş. Bu zengin kültür, sokaktaki müzikte, yüzlerdeki sakin gülümsemede ve belki de gecelerin sessizliğine sinen söylencelerde yaşamaya devam ediyor.
Yerel halk, bu adalarda bazen tuhaf görüntülerden, deniz sisinin içinden beliren hayaletlerden söz ediyor. Kimi bunları abartılı bulsa da, anlatılan her öyküde denizin derinliklerine gömülmüş bir geçmişin yankısı var. En çok anlatılan hikâye ise korsanlara ait. Rivayete göre yüzyıllar önce, korsanlar altınlarını ve ganimetlerini Mahé Adası’ndaki Bel Ombre kıyısında toprağa gömmüş. Hazinenin korunması için bir köleyi öldürüp ruhunu bekçi olarak bırakmışlar. O günden beri, rüzgârın sesiyle denizin kabarması arasında o ruhun hâlâ hazinesini koruduğuna inananlar var.
Bugün bile bu inanç, adalarda sessiz bir heyecan taşıyor. Amerikalı hazine avcısı Robert Graf, yıllardır o gizemi çözmek için suların altını, kayalık kıyıları arıyor. 150 milyon dolar değerinde olduğu söylenen bu ganimet, efsanelerin ötesinde bir gerçeklik mi, yoksa okyanusun insanla oynadığı eski bir oyun mu—kimse bilmiyor.
Belki de Seyşeller’in gerçek hazinesi, bu tür hikâyelerde saklı: rüzgârla taşınan söylencelerde, denizin tanıklığında, insanın hayal kurma yeteneğinde. Çünkü bazen bir hazineyi bulmaktansa, onu aramanın kendisi daha büyülü bir yolculuktur.
Seyşeller’de akşamüstü, denizin yüzeyi pembe ve altın tonlarıyla parlar. Dalgalar, sanki çok eski bir hikâyeyi fısıldıyormuş gibi ağır ağır kıyıya vurur. Rüzgârın taşıdığı o hikâye, yüzyıllar öncesine, Hint Okyanusu’nun korsanlarla dolu günlerine uzanır. O hikâyenin merkezinde, adı efsaneye karışmış bir adam vardır: La Buse. Denizciler ona “Akbaba” derdi; çünkü o, ganimeti gökte süzülen bir avcı gibi hissederdi önceden.
1721’de La Buse, İngiliz korsan John Taylor’la birlikte Mauritius yakınlarında bir Portekiz gemisine saldırdı. O gemi, altınlarla, elmaslarla, kutsal eşyalarla doluydu; denizin parlayan kalbi gibiydi. Dendiğine göre La Buse o hazinenin bir kısmını Seyşeller’de, mercanlarla çevrili, rüzgârı eksik olmayan bir adada sakladı. Sonra kayboldu, tıpkı ufka karışan bir gemi gibi.
Yüzyıllar geçti. Okyanus hikâyeyi unutmadı. Amerikalı hazine avcısı Robert Graf, bu eski efsanenin izini sürmek için Seyşeller’e geldi. Adanın taş levhalarını, yosun tutmuş mağaralarını inceledi; her dalgada, her gölgede bir işaret aradı. Belki taşların altında bir mahzen, belki de yalnızca bir hayal vardı. Kim bilir?
Efsane anlatır ki La Buse, Réunion Adası’nda idam edilirken kalabalığa bir tomar kâğıt fırlatmış ve gülümseyerek, “Hazinem anlayabilene.” demiş. Belki o söz hâlâ rüzgârla taşınıyor; belki her dalga, onun kahkahasını kıyıya getiriyor.
Seyşeller’de gün biterken, denizin kokusu insanın içine işler. Gökyüzü karardığında, ufka baktığınızda, o uzak maviliğin içinde geçmişin yankısını duyabilirsiniz. Belki hazine hiçbir zaman bulunmayacak. Ama bazı sırlar, saklandıkları yerde değil, onları arayan kalplerde parlamayı sürdürür.
Seyşeller’in kısa tarihi

Seyşeller’in hikâyesi yalnızca dalgalarda değil, taşların sessizliğinde de yazılı. 250 milyon yıl önce, dünyanın derinlikleri uykusundan uyanırken kadim Gondwana kıtası çatladı. Batıda Afrika, doğuda Hindistan yükseldi; aralarındaki toprak çöktü, deniz bu boşluğu doldurdu. Okyanus, sularını yavaşça geri çektiğinde geriye 115 ada kalmıştı – gökyüzüne serpilmiş yeşil taşlar, eski kıtanın hatırası.
Uzun bir süre bu adalarda yalnızca rüzgârın, deniz kuşlarının ve dev kaplumbağaların sesi duyuldu. Cennet belki de o zaman oradaydı: henüz insanın eliyle çizilmemiş, yalnızca doğanın hayal gücüyle biçimlenmiş bir güzellikti. Cocos de Mer palmlerinin dalları birbirine dokunurken, okyanus saflığını bozmayan bir sessizlikte soluk alıyordu.
Sonra ufukta yelkenler belirdi. Arap denizciler, Doğu Afrika kıyılarındaki ticaret limanlarından ayrılıp bu uzak adalara ulaştılar. Rüzgârın yönünü, yıldızların dilini bilen denizcilerdi onlar. Getirdikleri masallar, baharat kokuları ve dualar Seyşeller’in çıplak kumlarına yeni bir ruh kattı.
Yüzyıllar sonra, Portekizliler bu sulara geldi. Vasco da Gama 1502 yılında Amirantes Adaları’nı gördüğünde, belki de kendi haritasının bile tam açıklayamadığı bir güzelliğe bakıyordu. Bu adalar, o günden sonra kâşiflerin rüyalarına karıştı; kimisi burayı dünyanın sonundaki cennet sandı, kimisi gökyüzünden düşen bir ada zinciri.

Ve sonunda tarih yeniden nefes aldı. 1976 yılında Seyşeller, uzun yıllar boyunca süren sömürge rüzgârlarını arkasında bırakıp kendi sesine kavuştu. O gün, Mahé’nin kıyılarında sabahın ilk ışıkları yükselirken deniz sanki geçmişi yıkayıp yeni bir zamanı getiriyordu. Gökyüzü yumuşak bir maviye dönmüş, insanların yüzlerinde yüzyılların bekleyişinden doğan bir huzur belirmişti.
Artık Seyşeller halkı, hem Afrika’nın ritmini hem Asya’nın dinginliğini hem de Avrupa’nın izlerini taşiyan bir kültür harmanına sahipti. Diller, mutfaklar, melodiler bu adalarda birbirine karıştı; her sokakta birden fazla dünyayı duymak mümkündü. Sabah pazarlarında vanilya kokusu rüzgâra karışır, akşamları küçük barakalardan çıkan müzik denizle yankılanırdı. İnsanlar, doğa ile değil, doğanın içinde yaşamayı seçmişti.
Adalar, yeniden doğanın şiirine dönmüştü. Dev kaplumbağalar kumsallarda ağır adımlarla dolaşmaya devam etti, deniz kuşları uzak adalar arasında göç ederken her bir dalga onların kanat izlerini sakladı. Cocos de Mer ağaçlarının dev tohumları hâlâ efsaneler anlatıyor; kimi, onların Tanrıların gözyaşından doğduğuna inanıyor.
Yalnızca güzelliğiyle değil, sessizliğiyle de büyüleyen Seyşeller bugün bir tür meditasyon gibi yaşanıyor. Okyanus burada sadece su değil; her zaman bir ayna, zamana ve insana bakmayı öğreten bir yüzey. Belki de bu yüzden her ziyaretçi, adalardan döndüğünde içinde küçük bir parça sessizlik taşır—rüzgârın, dalganın, tarihin içinde yoğrulmuş bir sessizlik.

Seyşeller’le ilgili bir başka yazımı SEYŞELLER’DE 4 GÜN‘ü buradan okuyabilirsiniz.

