Bir kitap yazmak, kendi içine doğru bir yolculuktur aslında. Sevgili İstanbul, bu yolculuğu bambaşka bir boyuta taşıdı. Kaybolan bir şehrin ruhuna doğru yapılan bir keşif gezisiydi bu.
Şehrin artık eskisi gibi olmadığına, o sıcak mahalle havasının yok olduğuna dair içimdeki sızı, beni geçmişin izini sürmeye itti. Bu hissin peşinden giderek İstanbul’u anlayan, yaşayan ve içselleştiren insanlarla konuşmaya karar verdim.
Röportajlar sırasında ilk sorum “Çocukluğunuza ait anılarınız nelerdi?” oldu. Bu soru o dönemde yaşanan coşkuyu, hüznü ve hayatın dönüm noktalarını ortaya çıkardı.
Sultanahmet’teki bir okul yolculuğunun heyecanından, Nevizade’nin o sessiz günlerine, Yeşilçam’ın parıltılı yıllarına kadar uzanan sayısız anı dinledim. İstanbul’un hanımefendileri ve beyefendileri, bu kentte yaşadıkları sürprizleri, kırgınlıkları ve en masum anılarını benimle paylaştılar. Ve işte, o notlardan Sevgili İstanbul doğdu.
Bu kitabın sayfalarında okuyacağınız her hikaye, eski İstanbul’da yaşandı. Kimi burada doğdu, kimi sonradan yerleşti. 20 farklı ses, bu baş döndüren değişimi kendi gözünden anlattı. Bazıları kabullenişle bu sürece uyum sağlarken, bazıları yüksek sesle itiraz etti. Bütün bu duygular kitabın kalbini oluşturdu.
İstanbul’u en iyi anlatan, onunla özdeşleşmiş kişileri bulmak zaman aldı. Onları bir araya getirmek inanılmaz bir duyguydu. Hasan Pulur ve Oktay Akbal gibi efsanelerle hastanede oldukları dönemde telefonla görüşmek zorunda kaldım. Onlar, İstanbul’u binlerce kez yazmış, anlatmış insanlardı. Bu yüzden onlara tekrar İstanbul’u sorduğumda başta zorlanacağımı düşündüm. Oysa anıları anlatmaya başladıklarında, her şey doğal ritminde gelişti.
İlk röportajım, sonbaharın o serin rüzgârıyla başladı. 20 Ekim 2014’te Rüknü Özkök ile Kadıköy İskelesi’nin yanındaki küçük çay bahçesinde buluştuk. Son röportajım ise 15 Mayıs 2015’te Yorgo Okumuş’laydı. Bu yedi aylık maraton boyunca 20 efsaneyle tanıştım, onların hayat hikayelerine dokundum. Bu süre zarfında yaşadığım anılar, hayatımın en unutulmaz tecrübeleri arasına girdi.
Röportajlar sırasında çantamda hep aynı şeyler vardı. Bir ses kayıt cihazı, fotoğraf makinem ve not defterim. Konuşmalarımızı kaydediyor, bir yandan da hızlı notlar alıyordum.
Konuştuğum kişilerin anlattığı yerleri, isimleri ve sokakları araştırdım. Yedi ay boyunca yaptığım röportajları, İstanbul’un farklı noktalarında, adeta onun ruhuyla beslenerek yeniden yazdım. Maçka Parkı’nda, Süleymaniye’nin tarihi çay bahçelerinde, Boğaz’ın serin rüzgârında ve Beyoğlu’nun kalabalığında… Her bir mekânın atmosferinin kitabın sayfalarına sindiğine inanıyorum.
Yazma süreci bittiğinde, sıra düzeltmelere geldi. Bu konuda en büyük destekçim, hayatımın editörü eşim Yelda oldu. Onun titizliği ve bakış açısı sayesinde kitap, son halini aldı. Kapak için kendi çektiğim bir fotoğrafı kullandım. İstanbul’un iki sembolü olan martı ve Galata Köprüsü’nü bir araya getiren bu kare, kitabın ruhunu en iyi yansıtan detaylardan biriydi. Kitap, 2015 TÜYAP Kitap Fuarı’na tam zamanında yetişti.
Bu çalışmayı yaparken tanıştığım her insan bende silinmez bir iz bıraktı. Aradan yıllar geçse de her konuşmayı sanki dün yaşanmış gibi hatırlıyorum. O isimlerden bazıları artık aramızda değil ama anıları benimle yaşamaya devam edecek.
Peki ya İstanbul? İstanbul, tıpkı bu kitabın notları gibi, zamanın içinde kaybolup giden bir rüya değil miydi? Her şey, bir rüya gibi gelip geçmiş, o eski günler bir daha asla geri gelmemek üzere yok olmuştu. Geride kalan tek şey, o şehrin efsanelerinin anlattığı hikayeler oldu. Belki de bu kitap, bu yüzden yazıldı. Belki de bu kitap, kaybolan bir şehre bir veda mektubu, bir ağıttı… Ve ben, bu mektubu yazan, bu ağıtı yakan kişi oldum.
Siz, bu kitabın sayfalarında bir rüya mı yaşayacaksınız, yoksa İstanbul’un acı gerçeğiyle mi yüzleşeceksiniz? Belki de her ikisi birden…