Adriyatik kıyılarında başlayan önce kuzeye sonra güneye yönelen yaklaşık 2 bin kilometrelik yolculuğumuza Dubrovnik’ten başladık. 10 gün süren bu macerada sadece Dalmaçya sahillerini değil kuzeyde Istria yarımadasını ve iç bölgelerdeki doğal güzellikleri de gördük. Gezimiz Hırvatistan’la sınırlı kalmadı. Bosna Hersek’e girip Mostar’ı, Karadağ’a uzanıp Kotor ve Budva’yı da görme şansımız oldu.
Yaz sezonu öncesinde yaptığımız bu yolculuğun avantajları büyüktü. Henüz tatilciler sahillere akın etmemiş, cafe ve restoranlarda kuyruklar oluşmamıştı. Baharın büyülü yeşilini giymiş doğanın, masmavi suların, boş yolların ve tenha sokakların keyfini çıkardık.
İstanbul’a döndüğümüzde geride unutamayacağımız bir gezi bırakmıştık. Zaman içinde bu gezinin detaylarını hatırlamak, o bölgeye gideceklere yardımcı olmak amacıyla geziden geriye kalan notlarımızı bu sayfada toplamak istedik. Bu notlar bir gezi rehberi değil. İlerde unutacağımızı çok iyi bildiğimizden okuyup bu geziyi tekrar hatırlayacağımız satırlar.
2017’nin nisanında başlayıp mayısında biten, 3 ülkeyi kapsayan, 2 bin kilometrelik Adriyatik yolculuğumuzdan geriye kalanlar…
1.Gün
28 Nisan: Dubrovnik’le tanışma
Dubrovnik Havaalanı’na indiğimizde saat 17:50’yi gösteriyordu. Hava bulutlu sıcaklık 20 dereceydi. Pasaport kontrolünden çıkıp kiralık arabamızı teslim alacağımız alana gittiğimizde çevrede bizden başka müşteri yoktu. Şirket bize en yeni arabalarından birini verdi. Göstergesi henüz 110 kilometrede olan Wolksvogen Up marka aracımızı ön incelemeyi yaptıktan sonra teslim aldık.
Dubrovnik’e doğru yol alırken hava da kararmaya başlamış, sanki bulutlar yağıp yağmama konusunda kararsız kalmıştı. Yaklaşık 19 kilometrelik kıvrımlı, tek şeritli bir yolla tarihi kentin merkezine geldiğimizde yağmur başladı. Nasvigasyon aletinin yönlendirdiği adrese doğru yol alırken çıkmaz bir sokağa girdik. Nuvi’ye göre o gece konaklayacağımız apartmanın adresi bu çıkmaz sokaktı ancak sokaktaki numaralar çift haneli sayılardan oluşuyordu. Bizim aradığımız 1 numaralı bina bu sokakta değildi. Caddede top oynayan çocuklara adresi gösterdiğimizde hepsi gülmeye başladı. Oyunlarını yarıda kesecek kadar gülme krizine kapılanlar oldu. Aralarında elleriyle dağları gösterenler de vardı. Bir anlam veremeyip 1 numaralı binayı tekrar aramaya koyulduk. Bu sefer arabasına binen birine yanaşıp adresi gösterdik. Çevresine uzun uzun baktıktan sonra Hırvatça birşeyler söyleyip kalacağımız pansiyonun telefonunu isteyip arayacağını belli eden bir konuşma yaptı. Uzun bir sessizlikten sonra aramanın yanıtsız sonlandığını öğrendik. Aracı yol kenarına park edip. Cep telefonlarımızın haritalarından adresi bulmaya çalıştık. Dar sokaklarda yürüdükçe ekranda yeni oklar, güzergahlar belirmeye başladı. Ucu görünmeyen merdivenli bir sokakta durduğumuzda cep telefonlarımız adresi buldu. Ancak bulduğu yer yaklaşık 1 km uzakta bir yerdi ve oraya ulaşmak için bu dik merdivenleri aşmaktan başka çare yoktu. Arabayı kilitleyip tırmanmaya başladık. Merdivenleri bitirdiğimizde nefesimiz de tüketme aşamasına gelmişti. Dubrovnik’i kuş bakışı gören tepenin zirvesindeydik. Gördüğümüz bu manzaradan daha güzel olan şey ise bir saattir aradığımız adresi bulmamız oldu. Ev sahibiyle karşılaştığımızda gerçeği öğrendik. Google haritalarının azizliğine uğramıştık. Haritalar tek ve çift haneli sayıları farklı caddelere yönlendiriyormuş. Bizim gibi kaybolan çok olmuş. Top oynayan çocukların kahkahalarının nedenini anlamaya başladık. Kimbilir bizim gibi kaç turistle karşılaştılar… Ev sahibinin motoruna atlayıp arabayı park ettiğimiz farklı bir güzergahtan caddeye uzun bir yolculukla ulaştık. Arabayı alıp o gece konaklayacağımız yere götürdükten sonra bavullarımızı bırakıp Dubrovnik’i keşfe başladık.

Çıkmaz sokaklarda, yanlış adreslerde zaman harcarken akşam olmuştu. Dubrovnik’in tarihi kent sınırlarına yakın bir yere aracı park edip yürümeye başladık. Merdivenlerle şehir merkezine indiğimizde kalabalığı farkettik. İnen uçaklardan, limana demirleyen gemilerden çıkan turistlerin tamamı buradaydı.
Bir süre sonra kentin tarihi surlarından girip dar sokaklarda kaybolmanın keyfine dalmıştık. İyice yorulana kadar uzunca bir tur yaptıktan sonra surların dışındaki sahilde biraz dinlendik. Bir yandan da kentin tarihi bilgilerini hatırlamaya çalıştık.
Dubrovnik Hıratistan’ın Adriyatik sahillerindeki en önemli türizm merkezi. Her gün hava ve deniz yoluyla binlerce turist bu eşsiz güzellikteki kenti görmeye geliyor. Sokaklar tıklım tıklım dolu. Ortaçağ mimarisinin en güzel örnekleriyle süslü Dubrovnik’i keşfetmenin en iyi yolunun tarihi kent surlarına tırmanmak olduğu yazılıydı. Biz bu planı dönüşe bıraktık. Uzun yolculuğumuzun başlangıç noktası olan bu büyülü kenti bir anlamda sona sakladık.
Kentte bir gece geçirdikten sonra kuzeye doğru yolculuğa devam edecektik. Akşam karnımızı doyurup gelato ile tadımızı bulduktan sonra tenhalaşan karanlık sokaklara bir kez daha daldık. Dev yolcu gemileriyle kenti bir anlamda istila eden turist ordusundan eser kalmamıştı. Boş sokakları terketmemekte direnen Uzakdoğulu turistler ve bizim gibi birkaç bağımsız gezginle gecenin ilerleyen saatlerine kadar dar sokaklardan ayrılmadık.
2.Gün: Önce Mostar sonra Split
29 Nisan: Kuzeye yolculuk
Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte yola koyulduk. Hesaplarımıza göre kuzeye, Split’e akşam saatlerinde varacaktık. Franje Tudmana köprüsünden geçerken yağmur başladı. Köprü çıkışında durup aşağıdaki dev yolcu gemilerinin demirlediği limanı seyrettikten sonra yola devam ettik. Yağmur şiddetini arttırarak devam etti. Planlarımız da bu yağmura göre değişti.
Split’e varıp kenti gezmek yerine Mostar’a gitmeye karar verdik. Her zamanki gibi yol planı yine bir anda değişmişti. Hesapta olmayan şiddetli yağmurun bu değişimdeki payı büyüktü ama genelde biz uygulayamadığımız ya da son dakikada sürekli değiştirdiğimiz planlamalara alışıktık. Planlar değiştirmek için yapılır sözünü mırıldanıp Mostar’ın yolunu tuttuk.

Kuzeye yol alırken küçük yerleşim birimleri içinden geçiyorduk. Zaton, Trsteno, Slano, Doli gibi isimlerin yazılı olduğu yol tabelalarını geride bırakırken bir yandan da kahve molası verebileceğimiz bir yer arıyorduk. Sabahın erken saatleri olduğu için yol üstünde açık bir kafeye denk gelmedik. Benzin istasyonundan kahve almak da biz kahve tiryakilerine yakışmayacak bir hareket olduğundan mola vermeden bir süre daha gittik.
Bosna Hersek sınırına yaklaşırken büyük bir ovayla karşılaştık. O ana kadar alışık olduğumuz dağlık arazi yerini geniş, bir o kadar da yeşil bir ovaya bıraktı. Yol kenarında tarlalardan topladıkları meyvaları satan küçük tezgahlar yeni yeni açılıyordu.
Pasaport kontrolünü geçip Bosna-Hersek sınırına girdiğimizde yağmur hızını kesmeden devam ediyordu. Cep telefonlarımızın hava tahmini yapan uygulamalarına göre hem Split hem de Mostar yağışlıydı. Biz nedense Mostar’ın daha az yağışlı olabileceğini düşünmüştük. Birkaç saat sonra Mostar’a vardığımızda tahminlerimizde yine yanıldığımızı gördük. Yağmur artık bardaktan boşalma kıvamına gelmişti. Karşımızda bugün hiç hesapta olmayan bir Mostar vardı.
Kent merkezine gelip Mostar’ın ünlü Stari Most köprüsü yakınlarında aracı park ettik. Yağmurdan kaçmanın bir anlamı kalmamıştı. İnip bu yağmurda bu güzel kenti, bu tarihi köprüyü görmenin “ayrıcalığını” kullanıp sırılsıklam bir biçimde kendimizi Balkanların en ünlü köprüsünün ortasında bulduk. Yağmurun da etkisiyle bütün turistler cafelere sığınmış, yürümeyi göze alabilen birkaç turist köprüye ulaşabilmişti.
Mostar Köprüsü’ne gelip aşağıda akan Neretva nehrine bakmamak, bu yeşil nehirde geçmişe uzanıp bu topraklarda yaşananları hatırlamamak imkansız. Mostar’ın yüzünü bize göstermek için güneşli bir günü değil de böyle yağmurlu bir günü seçmesinin de belki bir anlamı vardı. Bu kent, bu topraklar acının ve hüznün gözyaşlarıyla yoğrulup durmuş. Her yağmurun farklı bir anlamı olabilir ama Mostar’ı gezerken bize eşlik eden yağmurun tarifi imkansızdı. O köprüye çıkıp etrafa ve özellikle altından akan yemyeşil nehre bakmadan o yağmuru anlatmak hiç kolay değil. Yanıbaşımızdaki minareler, altımızda uzanan taş yol, çarşıdaki yapılar ve tepemizden eksik olmayan şimşekler ve kara bulutlar… Mistik hava baş döndürücüydü. Zaman ve mekan duygusu bir anda kaybolmuştu. Maddi dünyadan bir kopuşun simgesiydi sanki Mostar. Bu kenti böyle sersemletici bir ıslak havada gezdik, tarihi kent merkezini süsleyen turistik dükkanlara aldırmadan çarşıda kaybolduk. Acıkıp bu toprakların yarattığı en lezzetli ürünü, böreği yedik. Baklavalarının tadına bakıp küçük sohbetlerle Mostar’ı unutamayacağımız anılarımız arasına yerleştiridik. Kente, etraftaki dağlara ve özellikle köprüye çökmüş olan masalımsı havadan kendimizi kurtaramadan Mostar’dan ayrıldık.
Mostar’dan Adriyatik sahiline giderken farklı bir yol takip ettik. Kentten ayrılıp kuzey batı yönünde devam eden yolla önce Posusje’ye kadar Bosna Hersek sınırları içinde devam ettikten sonra Hırvatistan sınırına girip Imotski’den sahile doğru yol aldık. Bu güzergahta Hırvatistan’ı güneyden kuzeye bağlayan iç kısımlardaki E65 otoyoluna girmeyip daha tenha köy yollarını takip ederek Prirode Biokovo parkının kuzeyinden Omis kasabası yoluyla sahile ulaştık. Günün en keyifli ve güzel sürprizlerinden biri de bu güzergah oldu.

Mostar’ı geride bıraktıktan yaklaşık bir saat kadar sonra yağmur durmuş yerini parlak mavi bir gökyüzüne bırakmıştı. Yağmur kokulu yemyeşil bir doğanın içinde neredeyse başka bir araçla karşılaşmadan devam ettiğimiz bu yolda hem Bosna Hersek’in hem de Hırvatistan’ın en güzel köylerinden geçtik. Bazen bu küçük köylerde durup dinlendik bazen yol kenarına park edip doğanın keyfini çıkardık. Kekik ve lavanta kokularının birbirine karıştığı, kuş cıvıltıları ve rüzgarın esintisinden başka sesin olmadığı ortamda verdiğimiz kısa molalar yorgunluğumuzu aldı. Keşke biraz daha zamanımız olsa ve bu yolda birkaç gün daha geçirebilseydik diye düşündük.
Split’e vardığımızda hava kararmaya başlamıştı. Kalacağımız yeri yine Booking.com’dan bulmuştuk. Şehir merkezine çok yakın, Split’in kalbinin attığı Marmontova Caddesi’nin hemen başında bulunan apartmanımıza girdiğimizde ev sahibinin güler yüzlü misafirperver tavrıyla karşılaştık. Odaya bavullarımızı koyup araca indiğimizde bir polis bizim kiralık araca ceza yazmaya hazırlanıyordu. Durumu anlatıp aracı sadece bavullarımızı çıkartmak için geçici olarak kapı ve camları açık şekilde bıraktığımızı anlatıp cezadan kurtulduk. Bu gece ve büyük ihtimalle yarın Split’te olacaktık. Aracı güvenli bir yere park etmemiz gerekiyordu. Ev sahibimizin harita üzerinde bize gösterdiği bir caddeye park edip kenti keşfetmeye başladık.
Split’e her gelen turist gibi bizim de karşımıza ilk çıkan yer Diocletian’s Palace oldu. 4. yüzyılda aynı adı taşıyan Roma imparatorunun yaptırdığı bu saray günümüz Split’inin de yaşam merkezi. Kentin kalbi bu bölgede atıyor. Restoranlar, kafeler, müzeler, park ve yürüyüş alanları sarayın etrafından kentin içine doğru ve sahil boyunca uzanıyor. Kalabalık var ama karmaşa yok, sürprizler var ama düzensizlik yok bu kentte. Turist tuzağı değil. Fiyatlar her mekana göre değişse de aralarında uçurum yok.
Sarayın içinde başlayan yolculuğumuz kentin dar, sürprizlerle dolu sokaklarında devam ediyor. Labirenti andıran sokakların her köşebaşında bazen bir çeşme, bazen devasa bir heykel bazen de modern sanatın gözalıcı örnekleri karşımıza çıkıyor. Split’i ağır adımlarla gezmekte fayda var. Sindire sindire, acele etmeden, keyfini çıkararak…

Her zevke uygun birbirinden lezzetli yemeklerin sunulduğu restoranlara girip buraya özgü yemekleri yemeden Split’ten ayrılmak olmaz. Biz de öyle yapıyoruz. Gelmeden önce hazırladığımız listemizdeki seçenekleri sıralıyoruz. Her birine yakından bakıp mekanı inceliyoruz ve yine her zaman olduğu gibi planda hiç olmayan ama çok beğendiğimiz bir restoranda karar kılıyoruz. Belki garsonla olan diyaloğumuz belki de mekanın sakin atmosferi ya da Tripadvisor’da okuduğumuz yorumlardan olsa gerek Konoba Korta adlı mekanda akşam yemeği için mola veriyoruz. Menüde birbirinden güzel yemekler arasında karar seçim yapmak zor. Yardımımıza restoranın kıdemli garsonu Tony koşuyor. “Bu gece harika bir Dalmaçya lezzetini keşfetmek istiyorsanız seçimi bana bırakın, pişman olmazsınız!” diyor. Biz de öyle yapıyoruz. Karides ızgaradan sonra beyaz benekli kırmızı tencerelerin içinde kıvamlı bir sosta deniz ürünlerinden oluşan yemeğimiz masaya geliyor. Bu görüntü, kendilerine ait şaraplar eşliğinde günün yorgunluğunu atmaya yetiyor. Yemekten sonra Split’in tarihi merkezine tekrar dalıyor ve geceyi gelato eşliğinde sahilde noktalıyoruz.
3.Gün: Split’ten feribotla Hvar Adası’na…
30 Nisan: Hvar
Bugün günlerden Pazar, Hvar’a yol var. Dün gece aldığımız biletlerle sabah 8:30’da Jadrolinija’ya ait bir feribotla Hvar’a hareket ediyoruz. Haftasonu olması nedniyle feribot kalabalık. Oturacak yerler numaralı değil. İlk gelen istediği yere kurulabiliyor. Harekete kısa sürede kala yolcu salonu tıka basa doluyor, hatta oturacak ter kalmayınca geç kalanlar üst kattaki güverteye çıkıyor. Seyahat edenler genellikle kalabalık gruplardan oluşuyor. Hırvat aileler, dostlarıyla, komşularıyla gruplar halinde oturuyor. Bazen birbirinden ayrı bölümde oturan tanıdıklarına yer açabilmek için birbirleriyle yer takası yapıyor. Sohbetler, şarkılar eşliğinde iki saatlik yol anlamadan geçiyor.

Hvar adasının Stari Grad limanına yanaşan feribottan indikten sonra adanın tarihi kent merkezine hareket eden bir otobüse biniyoruz. Yaklaşık 15 dakikalık bir yolculuktan sonra Hvar’dayız. Hava güneşli. Hatta güneş yakıyor. Sahile yakın sokaklarda biraz dolaştıktan sonra tepedeki kaleye doğru tırmanmaya başlıyoruz. Yaklaşık yarım saat sonra Fortica Španjola adlı 15. yüzyıldan kalan kalenin kapısındayız. İçeri girdiğimizde karşılaştığımız manzara mükemmel. Hvar kenti sanki ayaklarımızın altında. Fotoğraf makinası elimizden kaysa kent meydanına düşecek gibi. Masmavi bir denizde kümelenmiş adalar uzanıp giden yeşilliklerle süslenmiş turkuaz koylar. Uzun bir seyirden sonra yavaş yavaş geldiğimiz yoldan aşağı iniyoruz. Tepeden gördüğümüz koylara kısa bir yürüyüşle ulaştıktan sonra kent merkezine geri dönüp Kogo adlı bir pizzacıda mola veriyoruz. Split’e dönüş saatimiz 17:30. Ancak Hvar kent merkezinden feribotun olduğu liman da otobüsle yarım saat. Bu yüzden otobüsü kaçırmamak için fazla geç kalmadan gara gidiyoruz. Tabi Hvar’dan ayrılmadan önce Bar Fruit adlı deniz karşısında küçük bir mekanda gelatolarımızı yemeyi de ihmal etmiyoruz. Dönüşümüz sabahki geliş yolculuğumuza göre daha kalabalık. Hava da biraz rüzgarlı olunca güverteye çıkmaya cesaret edemeyenler yolcu salonunda. Tıklım tıklım Split’e doğru hareket ediyoruz. İki saatlik yolculuk sırasında yanınızda okuyacak birşeyler olmasında fayda var.
Akşam Split’te ikinci gecemizi yine Diocletian Sarayı çevresinde geçiriyoruz. Hava karardıktan sonra bu tarihi Roma kalıntıları arasında, dolunay eşliğinde gezmenin keyfi bir başka oluyor. Split’in geceleri gündüzlerinden daha alımlı. Kentin tarihi gizemli bir esinti gibi peşimizi bırakmıyor. Roma İmparatorluğu’nun izleri, kıyıdan görünen korsan gemilerinin gölgelerine karışıyor sanki. Restoranlardan yükselen lezzetli kokular denizden esen başdöndürücü esintiyle bu kaldırımlarda buluşuyor.
4.Gün: Akşama kadar Zadar!
1 Mayıs: Zadar yolu
Yolculuğun temel kuralı kuralsızlıktır demiş bir gezgin. Bu temel kuralı gezinin ilk gününden beri başarıyla uyguluyoruz. Hedefimizde Zadar var. Gidebilir miyiz yoksa yolda planı değiştirip başka bir rotaya mı yöneliriz bilinmez. Sabah aracımızı bıraktığımız sokakta bulup bavulu yükledikten sonra Split’e veda ediyoruz.
Yarım saatlik bir yolculuktan sonra bir başka sürprizle daha karşılaşıyoruz: Trogir. Split kadar olmasa da küçük ölçekli bir başka sevimli Adriyatik kenti. Splitin sadece 30 kilometre kuzeyinde… Şehir planı Split’e benzese de Trogir bir ada üzerine kurulu. Ulaşım köprülerle sağlanıyor. 2015 yılında National Geographic tarafından en güzel ada yerleşkesi ilan edilmiş. Kamerlango Kalesi ve St. Lawrence Katedrali Trogir’in en önemli yeri. UNESCO hem eski kenti hem de bu katedrali dünya mirası listesine eklemiş. Dalmaçya kıyılarına gelip böylesine güzel bir yeri gördükten sonra insan ister istemez “Var mı daha güzeli? Sıradaki?” gibi sorular soruyor. Ama yol sürprizlerinin sınırı olmadığı gibi en güzelini gördüğünü sandığımız yerlerin de bir başka güzel örneği başka yolculuklarımızda bizi bekliyor.
Trogir’de birkaç saat geçirdikten sonra yolumuza devam ediyoruz. Kenti geride bırakırken “Keşke buraya daha fazla zaman ayırabilseydik…” diyoruz.
Günün ikinci molasını Sibenik’te veriyoruz. Trogir’den yaklaşık 50 kilometre kuzeyde bulunan bu kent Dalmaçya’nın size sunabileceği güzel sürprizleden bir diğeri. Yine bir UNESCO kenti daha! Sibenik’in en önemli özelliği kayalara oyulmuş olması ve eski kentin tamamının taş ve kayalar kullanılarak inşa edilmesi. Yüzlerce yıl öncesinin yarattığı bu kent günümüzde de değerinden hiçbir şey yitirmemiş bir halde karşımızda. Nereden başlasak, hangi sokağına dalsak…

Her köşesinden heykeller, katedraller, saraylar çıkıyor karşımıza. Bunu Split’te ve Trogir’de de görmüştük ama Sibenik bir başka alem. Mucize mi masal mı karar vermek zor. Sonradan öğreniyoruz ki Sibenik tamamı Hırvatlar tarafından kurulmuş bir kent. Yani Split ya da Dubrovnik gibi Roma İmparatorluğu kalıntıları üzerinde yükselmiyor, orjinal Hırvat kültürünün bütün estetik özellikleri bu kentin caddelerine, sokaklarına, taşına ve gölgesine işlemiş. Dalmaçya kıyılarının üçüncü büyük kenti olan Sibenik, bölgeyi tanıtan bütün yayınlarda da uğranmadan geçilmemesi gereken yer olarak anlatılıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır bombardımana maruz kalsa da bugün savaş öncesi ihtişamını birebir yansıtıyor.
Şehir merkezi araç trafiğine kapalı. Yollarda asfalt yok, tuğladan ya da demirden yapılmış bir bina görünmüyor. Caddeler, sokaklar göz tırmalayan tabelalardan arındırılmış. Orjinali bozan tek görüntü bizim gibi şaşkın bakışlarla kenti gezen turistler ve durmadan fotoğraf çeken Instagram meraklıları… Tarihi kent merkezi Dolac, Gorica ve Grad mahallelerinden oluşuyor.
Hırvatistan’a gelip Dubrovnik’ten ya da Split’ten bıkanlara önerilebilecek bir yer Sibenik. Bir görüşte vurulduğumuz bu kente dönüş yolunda daha ayrıntılı bir zaman ayırmaya karar verip Sibenik’ten ayrılıyoruz.
Vodice ve Pirovac üzerinden Zadar’a doğru yol alıyoruz. Dalmaçya’nın en güzel sahil yollarından geçerken Pine Beach adlı bir tabeladan sahile uzanıyoruz. Adriyatik sahillerinde henüz denize giremesek de bu güzel havayı fırsat bilip ayakkabılarımızı sahilde bırakıp kumsalda yürüyoruz. Bu küçük mola bizi kendimize getiriyor. Gün batarken ufukta yol alan yelkenlilerin gittiği yöne doğru tekrar yola koyuluyoruz.
Zadar’a girdiğimizde güneş batmaya hazırlanıyordu. Zadar, Hırvatistan’ın Dalmaçya sahillerindeki en büyük ikinci kenti. Köklü tarihi ve coğrafi konumuyla yüzyıllardır bu sahillerin en önemli yerleşim yeri olmayı başarmış. Split kadar turistik olmasa da Zadar kendine has güzelliğiyle her geçen gün daha çok turistin uğrak yeri olmaya devam ediyor. Tarihi kent, modern tasarımlarla iç içe. Yüzlece yıllık Roma anıtlarının yanında günümüz mimarisinin en sade, en ferah örneklerini de görmek mümkün.

Zadar’ı Zadar yapan en önemli özelliği gün batımı. Aslında Dalmaçya’nın her noktasından gün batımını seyretmek büyük zevk ama Zadar’da bu şöleni izlerken denizden gelen mistik sesleri dinlemek farklı bir deneyim. Zadar’ın en güzel gün batımı noktasına kent yöneticileri Sea Organ adını verdikleri doğal bir müzik enstrumanı yapmışlar. Rıhtımın altına vuran dalgaların çıkardığı sesler gün batımını izlemek için yapılan basamakların altındaki küçük deliklerden duyulabiliyor. Denizin her dalgası doğal bir beste oluyor ve güneş ufukta hızla kaybolurken etrafa yayılan bu sesler gelenlere unutulmaz anlar yaşatıyor. Sea Organ’ın hemen yanında The Greeting to the Sun bulunuyor. Burası da gün boyu depoladığı güneş enerjisini hava karardıktan sonra bir renk cümbüşü ile sunuyor. Yani Zadar’da en güzel gün batımı, en güzel müzik eşliğinde ziyaretçilere bir konser yaşatıyor. Ve bu durum hava karardıktan sonra da ışık oyunları eşliğinde devam ediyor.
5.Gün: Istria’dayız
2 Mayıs: Ver elini Istria
Sabah Zadar’dan ayrılıp kuzeye doğru yola koyuluyoruz. Bugünkü hedefimiz Istria Yarımadası. Adriyatik sahillerinin bu en büyük yarımadası Hırvatistan ile İtalya sınır bölgesinde yer alıyor. Bu bölgenin mimari ve coğrafi yapısı Hırvatistan’dan çok İtalya’yı andırıyor. Yarımadaya ulaşırken geçtiğimiz yollar da Adriyatik sahillerinin en güzel güzergahlarından birini oluşturuyor.
Zadar’dan sonra başlayan sahil şeridini izleyip Starigrad’a kadar durmadan devam ediyoruz. Burada iklim ve bitki örtüsü bir anda değişiyor. Yeşiller kayboluyor, kurak, çıplak tepeler manzaramız oluyor. Starigrad’ta verdiğimiz kahve molasından sonra Senj’e kadar sahilden hiç ayrılmadan devam ediyoruz. Büyük bir kent olduğunu tahmin ettiğimiz Rijeka’dan geçip Opatija’da yemek molası veriyoruz. Opatija’nın sahil caddesindeki Roka adlı bir pizzacıda gezi boyunca yediğimiz en lezzetli pizayla karşılaşıyoruz. Dönüşte buraya ve Opatija’ya daha fazla zaman ayırmayı dileyip bugünkü hedefimiz Pula’ya doğru ilerliyoruz.

Pula’ya vardığımızda önce Booking.com’dan kiraladığımız apartmanı bulup eşyalarımızı bıraktıktan sonra kent merkezine iniyoruz ve daha önce okuduğumuz, fotoğraflarını gördüğümüz ve yarımadada en çok merak ettiğimiz yapıyı aramaya koyuluyoruz. Aslında gözden kaçması söz konusu değil aradığımız şeyin. Pula’nın dev arenasını buldup karşısında sessizce dikiliyoruz.
Pula’nın geçmişinde ve kentin mimari çizgisinde Roma İmparatorluğunun payı büyük. Kentin her köşesinde o dönemin mimarisiyle karşılaşmak mümkün. Ancak bir tanesi var ki diğerlerinden kolayca ayırt edilebiliyor. Arena, Pula’nın en önemli yapısı. Romalıların dünyada inşa ettiği altıncı büyük arena olarak da kayıtlara geçmiş. Sadece arena değil o döneme ait pek çok tapınak ve şehir kalesi de görmeye değer. Güneşi Pula’ya hakim bir tepeden batırdıktan sonra kendimizi Pula’nın karanlık sokaklarına atıyoruz.
6.Gün: İstria’nın incileri
3 Mayıs: Pula, Rovinj, Porec, Opatija

Hırvatistan gezisi boyunca en etkilendiğiniz yer neresi diye sorulsa vereceğimiz yer hiç düşünmeden Rovinj olur. Burada karşılaştığımız kenti dünyanın bir başka yerinde bulmak kolay değil. Dalmaçya sahilleri boyunca çok sayıda tarihi kentle karşılaştık. Her biri özenle korunmuş, göze batan her çıkıntıdan ayıklanmış ama Rovinj hepsinden farklı. Karşımızda sanki gerçek bir kent değil kartpostal var. Bir film seti değil, çünkü günlük yaşam alabildiğine devam ediyor. Yaşayan bir kartpostal yani. Venedik, Roma ya da Dubrovnik’in turistik virüsleri bu sakin kasabaya henüz bulaşmamış gibi. Ya da biz bahar ayında uğradığımız için yazın o kalabalık kitlesini göremiyoruz. Bazen bütün şartlar birleşir ve bir şey gözünüzde en yüksek mertebeye ulaşır ya işte Rovinj’in bizdeki izlenimi de bu oldu.
Tarihi kent merkezindeki evler denizin bittiği ya da başladığı noktadan yükseliyor. Evlerle sahil arasında yürüyüş yolu yok. Her bina kendi adına bir kale gibi. Yan yana gelmişler ve kenti koruyan doğal mimariyi bir anda oluşturmuşlar gibi. Bazı sokaklardan denize açılan dar koridorlar var. Bu koridorlardan kafanızı uzatıp sağa sola bakabilirsiniz ama ileri doğru adım atamazsınız.
Pekçok seyahat dergisi tarafından defalarca yılın en güzel sahil kenti seçilen Rovinj, bu ünü fazlasıyla hakediyor. Sadece yaza değil dört mevsime hükmeden bir havası var. Dar sokakların her biri sizi alıp bir başka yöne götürse de sonunda hiç şaşmadan tepedeki katedrale ulaşıyorsunuz. Kentin buradan görünümü de harika ama sahilden gördüğümüz Rovinj kadar büyüleyici değil.
Rovinj’de sürprizler peşinizi bırakmıyor. Sadece tarihi kent merkezi , katedraler, anıtlar, sokaklarla değil Rovinj balıkçılarıyla da ünlü ve bu balıkçıları her zaman limanda teknelerini onarırken ya da ağlarını tamir ederken görmek mümkün.
Rovinj sunduğu lezzetlerle de ünlü. Yarımadada Trüf mantarlarının en iyisi, kaşar peynirlerinin en lezzetlisi bu yöreye ait. Şaraplarıyla, bağlarıyla da ünlü bu kent Hırvatistan’ın incisi gibi.
Hiç istemesek de gördüğümüz bu güzelliğe yine veda etme zamanı geliyor ve biz aklımızı ve kalbimizi Rovinj’de bırakarak tekrar yola koyuluyoruz.
Yarımada’daki ikinci durağımız Porec. Rovinj’e yarım saat uzaklıktaki bu kasabada yeterince zaman harcayıp gece konaklayacağımız Opatija’ya doğru yola çıktık. Bu yol aynı zamanda Istria yarımadasından ayrılışımızın hattıydı ve Opatija’ya geldiğimizde akşam olmuştu.
Geceyi bu tatil kasabasının sırtlarında ıssız bir köşede bulduğumuz bir pansiyonda geçirdik. Yolu bulmak çok zordu. Haritalarımızdan umudu kesip ev sahibini aradığımızda gelip kaybolduğumuz yerden bizi aldı. Sessiz, parlak ve serin bir Adriyatik akşamına Milenij Oteli’nin bahçesinde dondurmalarımızı yiyerek veda ettik.
7.Gün
4 Mayıs: Dönüş başlıyor
Dubrovnik’ten kuzeye yaptığımız yolculuk Istria Yarımadası’nın Opatija kentinde bu sabah son buldu. Artık geri dönüş zamanı gelmişti. Önümüzde uzun bir yol ve kısıtlı günlerimiz vardı. Daha görmemiz gereken Karadağ ve tadına doyamadığımız Dubrovnik de bulunuyordu.
Günün büyük bölümünü yolda geçirdik. Dönüş zor olmadı. Bu sefer tek şeritli, virajlı sahil yolundan ayrılıp kuzeyi güneye bağlayan otobana çıktık. Yiyecek konusunda uygun fiyatları olan Hırvatistan otoyollar konusunda çıldırmış. 3 saatlik normal bir otobana 75-80 TL öderken Türkiye’deki yollarda neredeyse bedava araba kullandığımızı düşünüyoruz.
Yolda yağmur başladı ama kısa süre sonra hava yine düzeldi. Yaklaşık 3 saat sonra Krka Parkı’na vardık. Burası şelaleleriyle ünlü bir park. Aynı zamanda Dalmaçya sahillerinin en güzel doğal fenomenlerinden birini gizliyor. Park içindeki şelaleler kartpostal görünümünde. Hafta içi olsa da gelen ziyaretçi sayısı az değildi. Parkın girişinde aracımızı bırakıp, giriş biletlerimizi aldıktan sonra (kişi başı 150 kuna yaklaşık 75 TL) otobüsle aşağıdaki nehire indik.
Nehir üzerindeki yürüyüş yollarıyla parkın tamamını gezme imkanı var. Kimse kimseyi rahatsız etmeden, kimse kimseye çarpıp nehire düşürmeden bu kalabalık yürüyüş yolunu takip ederek parkın tamamını gezdik. En derin noktaya ulaştığımızda mola verip karnımızı doyurduktan sonra farklı bir yol izleyip giriş kapısına geri döndük.
Akşamı Sibenik’te geçirdik. Yolculuğumuza başlarken uğradığımız bu kenti buralardan ayrılmadan önce bir kez daha doya doya gezdik. Güneşi batırırken sahilde kuğuları seyretmenin ayrıcalığını yakaladık.
8.Gün
5 Mayıs: Dubrovnik
Sibenik’te kaldığımız pansiyonun hemen yanında börek ve pasta fırını vardı. Gezi boyunca bu mekanlara sık sık uğradığımızdan ilk hırvatça kelimemiz “pekara”yı öğrenmiştik. Bizdeki fırın pastane karşımı. Çeşitler bizimki kadar çok olmasa da lezzetler yarışır. Vitrindeki görüntüye dayanamayıp karnımızı burada doyurduk. Yola çıktığımızda saat 11’i gösteriyordu. Yaklaşık 1.5 saat sonra Bosna-Hersek sınırına geldik. Hırvatistan’ın kuzey bölümünü güneyden ayıran bu sınırı aşıp kısa bir süre Bosna-Hersek topraklarında devam ettikten sonra tekrar Hırvatistan’a girdik. Aslında güneye giderken deniz yolunu kullanıp sınırda zaman harcamadan yola devam edebilirdik ancak feribotların kalkış saatlerine denk gelemeyeceğimizi de hesaba katıp kara yoluyla Dubrovnik’e ulaştık.

Önce otelimize yerleşip biraz dinlendikten sonra, kenti keşfetmeye başladık. Gezimizin başında bir gece kaldığımız Dubrovnik’e bugün daha fazla zaman ayırma şansımız vardı. İlk ziyaretimiz kent surlarına oldu. Dubrovnik’i yaklaşık 800 yıllık bu surlar üstünde yaptığımız uzun bir turla yüksekten seyrettik. Kentin mimarisini, binaların özelliğini daha iyi anlamak için bu tur neredeyse zorunlu. Mayıs başlarında, henüz tatil sezonunun başlamadığı bir döneme denk gelen Dubrovnik gezisinde şanslıydık. Bu mevsimde bile oldukça kalabalık olan sokakların halini yaz aylarında tahmin etmek zor değil.
Peri masallarını andıran sokaklarda uzun uzun yürüdük. Bugün boyutları küçük gibi görünse de 500 yıl önce Adriyatik kıyılarının en önemli kentlerinden birinde dolaşmanın keyfini doyasıya yaşadık. Bu kent için “Adriyatik Denizi’nin İncisi” deniyormuş. Bu ünvanı fazlasıyla halkediyor. Stardun yolunda turist kalabalığına çarpmadan yürümeyi başarabilirseniz zaman zaman başınızı kaldırıp etrafınızdaki binaları incelemekte fayda var. Duvarlarında her birinin yüzlerce yıllık tarihi ve gizli bir hikayesi gizli. Zamanınız varsa sarayların, katedrallerin, manastırların içine girip her birinin hikayesini öğrenin. Zamanınız bizim gibi darsa sokak aralarında kaybolup kentin genel atmosferini hissetmek de yeterli olacaktır. Yorulduğunuzda kendinizi surların dışına atın ve deniz kenarında, Adriyatik esintisinde kenti, kaleleri, katedralleri izleyin. Biraz serinleyip gelatolar eşliğinde dinlendikten sonra kaldığınız yerden yürümeye devam edebilirsiniz. Dışardan bakıldığında küçük gibi görünse de içine girdiğinizde günlerce yürüyüşün yetmeyeceğini ve ne yapsanız da bu kenti tam olarak keşfedemeyeceğinizi anlayacaksınız.
9.Gün: Karadağ
6 Mayıs: Kotor Budva
Yolculuğumuzun son günü, yarın sabah saatlerinde dönüş var. Bu nedenle bugün önemli bir karar vermemiz gerekiyor. Kalıp Dubrovnik turumuzu detaylandırmak ya da Karadağ’a gidip ününü çok duyduğumuz Kotor ve Budva’yı ziyaret etmek. Karar verirken zorlansak da Kotor ve Budva fikri cazip geldi. Aracımızı otelin parkından alıp bu sefer güneye, Karadağ’a yöneldik.
Havaalanına kadar olan bölümü trafik nedeniyle ağır alsak da yolun geri kalan kısmı boştu. Güneye yani Karadağ’a fazla trafik yoktu. Sınıra geldiğimizde yavaş işleyen bir gümrükle karşılaştık. Yoğun olmayan bir günde uzun uzun bu kuyrukta Karadağ’a geçebilmek için bekledik.
Sınırı geçtikten birkaç kilometre sonra Karadağ girişi için tekrar kuyruğa girdik. Her iki gümrükte yaklaşık iki saat zaman harcayıp “Keşke gelmeseydik!” düşüncesiyle Karadağ’a ulaştık. Hırvatistan’da bir haftada alıştığımız düzen, kent manzaraları, trafik ışık ve işaretleri Karadağ’da yoktu. Haftasonuna denk gelen bu yolculuğumuzda herkes yollarda bir yerlere gitme telaşındaydı. Tek şeritli yollarda hız yapmadan dura kalka Kotor’a yol aldık.
Kotor’a iki güzergahtan gitme imkanımız vardı. Biri feribotla Kotor boğazını geçip kente güneyden girmek diğeri de körfezi boydan boya dolaşıp sahili izleyerek Kotor’a kuzeyden girmek. Biz uzun fakat bir o kadar da keyifli olan ikinci ihtimali seçtik. Kotor Körfezi bu bölgenin en önemli doğal güzelliği. Biribirine dar boğazlarla yaklaşan sonra birden genişleyip uzaklaşan kıyılar, göl mü deniz mi olduğunu hissedemediğimiz eşsiz bir doğa harikası. Körfez boyunca birbirinden güzel küçük kasabalardan geçtik. Ancak yol boyunca yüreğimizi sızlatan görüntülerle de karşılaştık. Körfezde aşırı bir yapılaşma çılgınlığı başlamış. Yol boyunca onlarca inşaatın yanından geçtik. Bunlar görebildiklerimiz. Durup göl manzarasını izlerken karşı kıyılardaki beton kuşatması bizim Boğaziçi’nin 25-30 yıl önceki haline benziyor. Bodrum’un tükenmeden önceki bir benzeri sanki. Zaman geçmeden buraların ciddi bir korumaya ihtiyacı var. Aynı kıyı şeridi Hırvatistan’da da olmasına karşın buradaki yapılaşma çılgınlığını açıklamak zor. Alışkanlıklar, kültürel farklar, etnik yapı, Avrupa Birliği gibi pek çok etken geliyor aklımıza ama bu cenneti yok etmenin bu kadar kolay olmaması gerekiyor.

Kotor’a geldiğimizde aracımızı park edecek yer bulma konusunda biraz zorlandık. Trafik işaretleri Hırvatistan’da alıştığımız gibi değildi. Kent limanında duran 2 dev yolcu gemisinin kalabalığıyla aynı anda kente girmemiz karmaşayı bir hayli arttırdı.
Eski kent surlarının içine girmeden önce biraz kapıda zaman geçirdik. Tarihi kentin hemen duvarlarından başlayan bir dağ vardı tepemizde. Kent yaz sezonuna hazırlık yapıyordu. Harıl harıl inşaat çalışmaları devam ediyordu. Sokak aralarında dolaştık. Tarihi kentin içinde kısa bir tur atıp meydanında biraz dinlendik. Kotor harika bir kent ama eksikleri de çok. Gözümüze çarpan en önemli problem kent içindeki sokakların tabela sorunu. Her dükkan, her cafe doğal olarak tanıtımını yapmak ister ama bunları yapmanın farklı yolları var. Tabelalarla bu güzelim sokakları boğmanın hem kendilerine hem de kente yarardan çok zarar verdiğini farketmek bu kadar mı zor. Türkiye’deki tabela çılgınlığının bir benzeri, belki biraz daha küçük ölçekte Kotor’da var.
Kotor’un hemen yanı başında yükselen dağ kentin üst balkonu gibi yükseliyordu. Kotor’un savunma duvarları da Lovcen dağına doğru yükseliyordu. Bu merdivenleri tırmanıp kente tepeden bakmak çok uzun zamanımızı alabilirdi. Bunu yapmanın bir başka yolu vardı. Arabayla bu dağın zirvesine çıkıp en yüksek noktadan yani terastan aşağıdaki manzarayı izlemek. Danışmaya sorduğumuzda bunun mümkün olduğunu ancak çok dar ve virajlı bir yolun bizi beklediği cevabını aldık. Herşeye rağmen bu tehlikeli yolu göze alıp dağa tırmanmaya başladık.
Yol önceleri iyi görünüyordu. Hatta “Tehlike bunun neresinde, abartmışlar” diye düşündük. Tek şeritli ve dardı ama sonuçta dağa tırmanıyorduk daha iyisini beklemek olmaz. Asıl sürprizle birkaç kilometre sonra karşılaştık. Viraj değil daireye yakın kıvrımlara girince ve iki aracın yan yana geçebileceği mesafeyi kaybedince derin bir endişe başladı. Zaman zaman karşı şeritten bir araçla karşılaştığımızda duruyorduk. Kimin kime yol vereceği belli değil. İnsiyatif sürücülerde. Bazen yol aldık bazen bu uçurumlu dar yollarda geri gidip uygun bir kaya arasına girip yol verdik. İmkan olsa dönüp bu yolculuktan vazgeçeceğiz ama arabayı ters yöne çevirecek genişlik yok. Aşağıda uzanan uçuruma bakmamak için tüm dikkatimizi yola verdik. Keskin virajlarda yolun ucu görünmediğinden araçların korna çalarak viraja girdiğini gördük. Bundan sonra karşılaştığımız her virajda biz de bu yöntemi uyguladık. Birkaç kilometre devam eden bu korkunç yolda sanki saatlerce araba kullanıyor gibiydik. Zirveye geldiğimizde bu tehlikeli yolculuğun ödülünü aldık. Aşağıdaki Kotor Körfezi’ne kuşbakışı bakıyorduk.
Lovcen dağından inişimiz çıkış kadar zor oldu. Virajlı yoldan ayrılırken geriye baktığımızda bu dik yolu, gizli tehlikeyi kazasız belasız atlatmanın rahatlığını hissettik.
Budva’ya girdiğimizde yine trafik işaretleri ve navigasyonun azizliğine uğradık. Kısa bir kayboluştan sonra Budva’nın tarihi merkezine adım attık. Adriyatik kıyısının bu bölgesindeki yıldızı olarak bilinen Budva uzun kumsallarıyla ünlü. Kente giriş ve çıkışlarda bu sahilleri ve hemen dibindeki otelleri görmek mümkün. Budva’nın eski kent denilen bölümü Kotor’a göre daha küçük. Minik bir yarımada üzerine kurulmuş ve etrafı yine diğer Adriyatik kentlerinde olduğu gibi surlarla çevrili. Burada da Kotor’da olduğu gibi tabela kirliliği gözümüze çarptı. Budva’nın bizde yarattığı etki büyük olmadı. Hırvatistan’ın bütün sahillerini görüp buraya gelmemizin bunda etkisi büyük. Gezimize buradan başlasaydık belki farklı bir izlenim edinebilirdik ama Budva özensiz restoranları, kumsalları işgal eden beton binalarıyla anılarımızda yer etti. Sahil boyunca uzanan parklar henüz turizm sezonunun başlamaması nedeniyle boştu. Bu da bizim en büyük şansımız oldu. Burayı yaz aylarında hayal etmek bile zor. Birkaç saatlik eski kent turundan sonra araca atlayıp Dubrovnik yoluna koyulduk. Girişte yaşadığımız gümrük ve pasaport kontrollerinde yine değerli zamanımızı harcayıp hava kararırken Dubrovnik’e vardık.
10.Gün: İstanbul’a dönüş
7 Mayıs: Hoşçakal Dalmaçya
10 günlük Adriyatik maceramız bugün noktalanıyor. Bavulları hazırlayıp araca indirdikten sonra güzel bir kahvaltı yaptık. Gezi boyunca ilk kez nereye gideceğimizi planlamadan, haritaya bakmadan yapılan bu kahvaltıdan sonra aracı havaalanında aldığımız yere geri götürdük. 10 gün boyunca yaklaşık 2 bin kilometre yapmıştık. Aracı teslim alanlar biraz şaşırdı, detaylı bir incelemede, ön tampon altına çarpan bir taşın düğme büyüklüğünde bir darbesini keşfettiler. Darbe de değil aslında küçük bir çizikti ama bunu kayıtlara geçmek zorunda olduklarını söylediler. Aracı kiralarken yaptırdığımız sigorta bu çiziği karşıladı. Sonuçta ek bir masraf ödemeden bu uzun ve yorucu yolculuğu tamamlayıp bize 10 gün boyunca eşlik eden yol arkadaşımız Wolksvogen Up’tan ayrıldık.
Hırvatistan, Bosna Hersek ve Karadağ. Birbirinden farklı, her biri çok güzel üç hayal ülkesi. Bu güzellikleri doyasıya keşfetmek için çok fazla zamanımız olmadı. 10 günde tadı tamağımızda kalan bir gezi oldu.
Bu bölge uğramayı, tadına bakmayı, görmeyi istediğimiz yerlerden biriydi ve seyahat listemizde “Gezildi” olarak işaretlendi. Bir daha yolumuz düşer mi? Belli olmaz, öncelik her zaman görmediğimiz mekanlarda. Keşfettiğimiz birbirinden güzel manzaralar, masalllardan çıkıp gelmiş ortaçağ sokakları, mavi koylar, yemyeşil dağlar bize bildiğimiz bir sözü bir kez daha hatırlattı. İstanbul uçağına yapılan anons başladığında biz bu sözü tekrarlıyorduk:
“En güzel yer henüz keşfedilmedi, en güzel kente henüz gidilmedi.”
Bu yazı uzaklar.com‘da 6 bölüm halinde yayınlandı.