Bir ülke düşünün; sabah sisinin pirinç tarlalarını gizlediği, akşamları ise sokak lambalarının altında hayatın yeniden başladığı… İşte Vietnam tam da öyle bir yer. Doğal güzelliklerin kültürel sürprizlerle buluştuğu bu topraklardan, valizlerimiz dolu ama kalplerimiz daha da dolu ayrıldık. Motosiklet sesleri, tütsü kokuları ve insanlarının içten gülümsemesi hâlâ zihnimde. Uçağın penceresinden şehri son bir kez izlerken kendime sessizce söz verdim: Bir gün Vietnam’a mutlaka geri döneceğim.
Vietnam’a gitmeye karar vermek kolaydır; asıl mesele, bu büyüleyici ülkeye adım attığınızda nereden başlamanız gerektiğidir. Kuzeyin tarih kokan başkenti Hanoi mi, yoksa güneyin enerjisiyle dolup taşan Ho Chi Minh City mi? Büyük şehirlerin telaşını ardınızda bırakıp Da Nang’ın dingin sahillerine mi kaçmalı, yoksa yüzyılların izlerini taşıyan imparatorluk kentlerinin taş sokaklarında mı kaybolmalı? Her köşe, her şehir kendi çağrısını fısıldar kulağınıza.
Nereden başlarsanız başlayın, Vietnam sizi içine çeker. Ayrılırken bile, kalbinizin bir parçası orada kalır. Çünkü bu ülke, üç temel hisle tanımlanır: çılgın şehirler, nefes kesici doğa ve damağınızda uzun süre kalan unutulmaz tatlar.
Bu yazıda, Vietnam’ı bir uçtan diğerine dolaşan bir yolculuğa çıkıyoruz. Ha Long Körfezi’nin sisli kayalıklarından, Mekong Deltası’nın sakin sularına; Hoi An’ın hardal sarısı duvarlarından, Hue’nin ejderha motifli merdivenlerine uzanacağız. Bir yanda Saygon’un kaotik enerjisi, diğer yanda Hanoi’nin gizemli dinginliği… Her durak, Vietnam’ın farklı bir yüzünü gösteriyor.
Hazırsanız, bu ülkenin karmaşasından huzuruna, tarihinden bugünün canlı sokaklarına uzanan büyüleyici keşfe birlikte çıkalım.
Vietnam gezisinin ilk durağı Ho Chi Minh
Motosikletlerin sesi her yönden yankılanıyor. Sokak satıcıları, ellerindeki taze meyveleri, sıcak noodle kaselerini uzatıyor. Hava ağır, nemli, hareketli. Vietnam’ın yeniden doğan ticari merkezi, değişimin Asya’daki en canlı simgesi Ho Chi Minh’in kalbindeyiz. Şehir, bir yandan geleceğe koşarken bir yandan da köklerinden kopmuyor. Bu ikili ruh, attığımız her adımda, her köşe başında kendini hissettiriyor.

Ho Chi Minh’i birkaç dakika içinde tanıyabilirsiniz belki; ama anlamak, onun ritmini yakalamak bambaşka bir şey. Bunun için bu kültürün içinde yaşamak, sabahın ilk ışıklarıyla birlikte kahve tezgâhlarının başında durmak, akşamüstü nehir kenarındaki kalabalığa karışmak gerekiyor.
Bu hissi en iyi anlatanlardan biri, Graham Greene’in 1955’te yayımlanan The Quiet American (Sessiz Amerikalı) romanı. Fransız sömürge savaşının gölgesinde geçen bu hikâye, Vietnam’ın hem güzelliğini hem karmaşasını anlatır. Beyaz perdeye de uyarlanan film, Michael Caine’in sesinden dökülen şu satırlarla açılır:
“Ne ararsan burada bulursun derler. Vietnam’a geldiğinizde birkaç dakika içinde çok şeyi anlarsınız ama gerisini yaşamak gerekir derler. Koku… Sizi vuran ilk şey bu, ruhunuza karşılık her şeyi vaat ediyor. Ve sıcak… Gömleğiniz hemen bir paçavraya dönüşür. Adını ya da kaçmak için geldiğin şeyi zor hatırlarsın. Ama geceleri, bir esinti vardır. Nehir çok güzeldir. Savaş olmadığını, silah seslerinin havai fişek olduğunu, sadece zevkin önemli olduğunu düşünmek için affedilebilirsin. Bir pipo, afyon ya da seni sevdiğini söyleyebilecek bir kızın dokunuşu. Ve sonra, olacağını bildiğiniz bir şey olur. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olamaz.”
İşte Ho Chi Minh tam da böyle bir şehir: sizi başta büyüleyen, sonra yavaş yavaş içine alan ve sonunda değiştiren bir yer. Burada zaman farklı akar. Geçmişin gölgeleriyle geleceğin ışıkları arasında, durmadan hareket eder.
Tarihin hayaletleri
Geçmişin izleri, buraya adım atar atmaz sizi sarıyor. Ho Chi Minh City’deyiz, ama pek çok Vietnamlı için hâlâ Saygon burası. 1970’lerdeki zaferin ardından resmi olarak değişen ad, şehirde yaşayanların zihinlerinde eski yankısını sürdürüyor.
Taksi şoförümüz, aramızdaki Türkçe sohbeti merakla dinliyor. Şehrin resmi adını birkaç kez kullanmamızın ardından araya giriyor, gülümseyerek: “Ho Chi Minh değil, bu şehrin adı Saygon,” diyor. Eski ismi kullanmanın hâlâ bir mesele olup olmadığını anlamaya çalışıyoruz, ama öğrenmeye de vaktimiz kalmıyor. Belki babası, o yıllarda güneyi savunanlardan biriydi. Soruyu sormaya cesaret edemeden elimizle zafer işareti yapıyor ve “Saygon” diyoruz. Şoför dikiz aynasından mutlu bir ifadeyle gülümsüyor; küçük bir jest, şehrin tarih ve hafıza arasındaki ince çizgisini gözler önüne seriyor.
Kaos mu düzen mi anlayamadık
Geçen yılki verilere göre Ho Chi Minh sokaklarında yaklaşık 7,3 milyon motosiklet dolaşıyor. Nüfusu 10 milyona yaklaşan bu şehirde trafiğin kaotik bir tablo çizdiğini hayal etmek zor değil. Fakat Saygon’un karmaşası, yalnızca düzensizlikten ibaret değil kendi içinde yaşayan, nefes alan bir ritme sahip. Her klakson sesi, her ani dönüş, her kaldırım satıcısı bu ritmin bir parçası. Burada kaos, hem hayatın ta kendisi hem de şehrin kendi düzeni.
Saygon Opera Binası’nın önünden geçerken, karşısında duran Imperial Hotel’in zarif cephesi dikkat çekiyor. Fransız kolonyal mimarisiyle geçmişe selam duran bu bina, eğer konuşabilse, belki de işgal günlerinden kalan fısıltıları anlatırdı bize. Ama zaman, her şeyin üzerini ince bir toz tabakasıyla kaplıyor. Şehrin uğultusu arasında bile geçmişin yankısı duyuluyor.
Saygon, geçmişle bugünün yan yana yürüdüğü bir şehir. Bir köşede modern gökdelenlerin camları güneşi yansıtırken, diğer köşede eski Fransız binalarının duvarlarında zamanın izleri asılı duruyor. Bütün bu tezatlar içinde şehir, hâlâ hareket halinde tıpkı o hiç bitmeyen motosiklet seli gibi.

Otelin önünden geçerken, gelinlik ve damatlıklarıyla poz veren bir çift dikkatimi çekiyor. Gelinin elinde taze çiçeklerden bir buket, yüzünde heyecanla karışık bir mutluluk ifadesi var. Fotoğrafçı, en mükemmel kareyi yakalamaya çalışıyor. O an, şehirde olup biten her şeyden uzaktalar. Motosikletlerin gürültüsünden, telaşlı kalabalıktan, akıp giden zamandan bile. Bu şehirde hayat, geçmişin ağırlığını taşısa da durmadan yenileniyor. Modern Vietnam tam da bu görüntüde saklı. Geçmişle bugünün aynı karede buluştuğu o anlarda.
Arkamızda, Fransızlar tarafından 1900 yılında inşa edilen Saygon Opera Binası yavaşça gözden kayboluyor. Cephe rengiyle, süslemeleriyle adeta Paris sokaklarından kopup gelmiş bir yapı. Oysa bu sarı duvarların ardında, bir zamanlar ülkenin kaderini değiştiren toplantılar yapılmış. 1956’dan 1967’ye kadar Güney Vietnam Ulusal Meclisi olarak hizmet veren bina, savaş yıllarında sessizliğe bürünmüş, 1976’da yeniden açıldığında artık Ho Chi Minh Şehri Belediye Tiyatrosu‘nun sahnesiydi.
Bugün o sahne ülkenin bambaşka bir hikâyesine ev sahipliği yapıyor. Modern Vietnam’ın ruhunu geleneksel dansla, müzikle, bambu çubukların ritmiyle anlatan Bambu Sirki (Làng Tôi) burada sahneleniyor. Geçmişin yankılarıyla bugünün enerjisi aynı sahnede buluşuyor. Tıpkı dışarıdaki o yeni evli çift gibi. Şehir nefes alıyor; hem hatırlayarak hem de yeniden doğarak.



