Galatasaray’daki Ara Cafe’de buluştuğumuzda yalnızdı, her zamanki yerinde tek başına oturuyordu. İstanbul’u konuşmak için buluşmuştuk. Sohbet başladı, dakikalar su gibi aktı. İstanbul’un geçmişine yolculuğa çıktık. Çocukluk yıllarını, gençliğini, kariyerindeki dönüm noktalarını ve İstanbul’un kaybolan değerlerini anlattı. Röportaj yaklaşık üç saat sürdü. Konuşmamızın tamamını Sevgili İstanbul kitabımda yayınladım.
Ara Güler yazmaya çalıştığım bu kitabın amacını o günkü sohbetin sonunda iki cümleyle özetlemişti: “Biz yaşadığımız bu devri gelecek asra neşrediyoruz, yani gelecek asrı aydınlatıyoruz. Ben görüntüledim, sen de yazacaksın.” Söyleşimiz bittikten sonra ses kaydını durdurdum ama o konuşmaya devam etti, nasihatlerde bulundu. Onu sevenlere şu mesajını iletmemi istedi: “Yaşamanın tadını çıkarsınlar. İstanbul’u sevsinler ve öyle baksınlar. Sevgiyle bakılmayan şey akılda kalmaz.”
Bir fotoğrafın hikayesi

Röportaja Fujifilm X20 kameramla gitmiştim. Sevgili İstanbul kitabımda yer alan söyleşilerde hep bu kamerayı kullanıyordum. Eski fotoğraf makinalarına benzer bir dijital kameraydı. Ara Güler bu kamerayı eski fotoğraf makinalarından birine benzetti. Birkaç kare test çekimi yaptı.
Çekimlerin konu mankeni bendim. Bu sürprize hiç hazırlıklı değildim. Öylece kala kaldım. Karşımda fotoğraf dünyasının efsane ismi vardı ve eline aldığı kamerayı kimlere doğrulmamıştı? Vizörden baktığı insanların çoğu onun fotoğraflarıyla ölümsüzleşmişti.
“Gülümse biraz yahu..” dedi, gülümsedim. Başka da bir şey söylemedi. İki kere deklanşöre bastı. Sonra ekrana yansıyan fotoğraflara baktı.“Oyuncak gibi makina ama fena çıkmadı fotoğrafların” dedi.
Kendisiyle yapılan eski bir röportajda şunları demişti: “Portre çekilen insanın hayattaki yerini verebilmelidir. Bu anlamda insan hayatının kaydıdır. Bir insanın portresini çekerken o insan hayatı boyunca neyi söylemek istemişse onu yansıtmaya çalışırım.”
Hayatım boyunca anlatmaya çalıştığım şeyi yakalayabildi mi bilmiyorum ama bana eşsiz bir hediye bıraktı. Artık ben de “Ara Güler’in fotoğrafını çektiği kişilerden biri” olmuştum. Bir fotoğraf meraklısı için bundan daha değerli bir armağan olabilir mi?
Albümümde Ara Güler’in çektiği bir fotoğraf oldu
Fotoğraf çekmeyi severim ama fotoğrafı çekilen biri olmayı tercih etmem. Böyle anlarda ya bir bahane üretip kaybolurum ya da kamerayı elime alıp fotoğrafı ben çekerim. Fotoğraflara girmemek için gösterdiğim bu özel çabayı beni iyi tanıyanlar dışında bilen yoktur. Ama o gün, o masada ve bir anda fotoğrafı Ara Güler tarafından çekilen biri oluvermiştim. Albümümde Ara Güler’in çektiği bir fotoğraf olacaktı.
Sonra konu cep telefonlarına geldi. “Teknoloji ne hale geldi, bu aletlerle az da olsa güzel fotoğraflar çekilebiliyor” dedikten sonra telefonla da birkaç kare daha çekti.
Ara Güler sadece usta bir fotoğrafçı değil bir bilge adamdı. Hayatı bakmak ve görmekti ve o gün bana yukarıda alıntıladığım o sözleri söylemişti. Nasihat verir bir havası vardı. Fotoğraf çekmeyi ve İstanbul’u o kadar iyi anlatıyordu ki bu cümle: “Sevgiyle bakılmayan şey akılda kalmaz”.
Hayata dair öyle laflar ediyordu ki durup birkaç kez düşünmeden edemiyordunuz. Değme yazarlardan, filozoflardan duyamayacağınız türden şeyler hiç beklemediğiniz bir zamanda ağzından çıkabiliyordu. O aksi ihtiyar mizacının içinde feleğin çemberinden birkaç kez geçmiş biri duruyordu. Ara Güler aynı zamanda iyi bir hikayecidi. Belki de bir anda ağzına geleni söylemesi, o söylediği şeylerin sizi düşünceye boğması bu özelliğinden kaynaklanıyordu.
Onun bu özelliğini tanıyanlar Babil’den Sonra Yaşayacağız adını taşıyan kitabını da okumuştur elbette. İnsanın içine dokunan, sahici kimliğiyle okuyucuyu ilk satırdan itibaren kavrar. Umutsuzlukları, yıkımın ortasında ayakta kalma mücadelesini konu eder. Evrenseldir. Yalnızlığa terk edilmiş kahramanlarını dünyayla yüzleştirir. Aslında anlattığı kişi kendisidir.

Ara Güler fotoğraflarımı çekerken, yardımcısı Fatih Aslan da bizi görüntülüyordu. Bu fotoğraf o an çekildi. Aynı anda İngiltere’den onu görmek için İstanbul’a gelen ve sohbetimizin uzaması nedeniyle sıkıntılı görünen bir fotoğrafçı da Ara Güler’i elinde kamerayla görünce hızla yerinden kalktı. Fotoğrafın sol köşesinde de o fotoğrafçının görüntüsü var. Kim olduğunu bilmiyorum, çektiği fotoğrafları yayınladı mı bilinmez ama kim bilir belki bir gün, bir yerlerde o fotoğraflar da karşıma çıkar…
Ara Güler’in İstanbul’u…

Ara Güler’le sohbetimiz, kendisi gibi 20 efsane isimle yaptığım İstanbul söyleşilerinin bulunduğu Sevgili İstanbul‘da yayınlandı. O söyleşiden kısa bir özet bugünkü (20 Ekim 2018) Cumhuriyet‘in kültür sayfasındaydı. Sayfada yer olmadığından röportajın özeti kullanılmış. Yazının tamamını aşağıda okuyabilirsiniz…
İlk yıllar
26 Ağustos 1928’de doğdum. İlk tanıdığım semt Taksim’dir. Şehit Muhtar Bey Caddesi’ndeki Şafak Apartmanı’nda oturduk. Babamın karşıda bir apartmanı daha vardı. Adı Güler Apartmanı’ydı. Varlık vergisinden sonra satıldı. Evimiz dördüncü kattaydı. Karşımızda Zaven adında Ermeni bir kasap vardı. Mahalle arkadaşlarım çoktu ama ben genellikle evde otururdum.
Gençlik
Pangaltı Lisesi’nde okudum. Dersler Fransızca verilir. Ben zengin çocuğuydum. Ailemin her türlü imkânı vardı. Ada’da da otururduk, Suadiye’de de… Arkadaşlarım da o çevrenin çocuklarıydı. Serseri takımı değillerdi.
Tiyatro
Bir ara tiyatroculukla ilgilendim ama oyuncu olarak değil. 1940’lı yıllarda Şehir Tiyatrosu’nda çalışmış bütün sanatçıları tanırdım. Şehir Tiyatrosu’nda büyüdüm. Sahne arkasında çok zaman geçirdim. Babam Muhsin Ertuğrul’un arkadaşıydı. Sahne arkası insana işin püf noktasını öğretir. Tiyatro sahte bir şeyin hakikiymiş gibi gösterilerek izleyicilere sunulmasıdır. Bir dram yaratılır, bir dünya oluşturulur ve insanlar bu dünyayı izler. Gördüklerine ağlar ya da güler ama hepsi sonuçta yalandır.
Fotoğraf merakı
Çocukken sinemaya meraklıydım. Babam bana bir sinema makinası almıştı. Profesyonel makinaların küçüğüydü. O zamanlar kimsede yoktu öyle bir makina. Sinemacılığa merak salmıştım o dönem. Film yönetmeni olmak istiyordum. Sonradan fotoğrafçı oldum. Fotoğrafa merakım her zaman vardı. Fotoğraf çekmeye başladıktan sonra İstanbul’a vizörden bakmaya başladım. İstanbul’u o delikten seyrettim.
Eski İstanbul
İstanbul’un İstanbul olduğu zamanlar biz doğmadan evvel başlar. Bütün ticaretin Galata’da olduğu, zenginlerin, tüccarların aileleriyle buralarda yaşadığı yıllar… Giovanni Scognamillo bu olayları çok güzel yazmıştır. Kaçıncı devir İstanbul’unu yaşadığımızı anlamak için Scognamillo’nun kitaplarını okumak lazım. Avrupalıların menfaatleri için buraya gelmesi ve Osmanlı’yla ticarete başlaması, daha sonra Rus İhtilali’nden kaçan Romanof ailesinin yakınlarının gelip İstanbul’a yerleşmesi… Bunların her biri İstanbul’un tarihinde önemli olaylardır. Beyaz Rusların gelmesiyle kentin yapısı da değiştirmiştir. İstanbul gece hayatıyla tanışmıştır. Bütün gemiciler İstanbul’a geldiğinde Yüksekkaldırım’ı, Abanoz Sokağı’nı ziyaret etmeden dönmezlerdi. Yenikapı’daki Ermeni mahallesinin bir diğer adı da Küçük Paris’tir. Yakın zamana kadar bu isimle anılırdı. O zamanki turistler, kente ticaret yapmak için gelen gemilerde çalışanlardan ibaretti. Tren vardı ama gemiler kadar sık gelmezdi.
Bu şehir
İstanbul’u bir kitaba sığdıramazsın. İstanbul büyüktür, insanı ezer. İstanbul’un kabadayıları var, haraççıları var, bir sürü hali var. Bunları nasıl yetiştireceksin yazmaya, fotoğraflamaya. Hangi birini sığdıracaksın kitaba. Ciltler yetmez buna. İstanbul objektife de sığmaz, kitaba da… İstanbul sadece yaşanır.

Şimdi birileri bir şeyler yapıyor. Onların çektiği fotoğrafların hiçbir anlamı yok. Izdırap çekiyorlar, fotoğraf çekmiyorlar.
İstanbul fotoğrafları
Ben İstanbul’un fotoğraflarını çektim ama bu kentin sadece bir bölümüdür bu fotoğraflar. Hepsini çekmeye de yazmaya da zaman yetmez. Ben tarihe bir belge bıraktım ama o belge İstanbul’un yanında kısacık bir an gibidir. Ben İstanbul’a karşı olan görevimi yaptım. İstanbul’la ilgili 56 tane kitabım var. Sayısız haberler yaptım, fotoğraflar çektim. İstanbul’u yazdım, İstanbul’u görüntüledim. İstanbul’un nesi var nesi yok hepsi o kitaplarda. Kim yaptı bu çalışmayı? Şimdi birileri bir şeyler yapıyor. Onların çektiği fotoğrafların hiçbir anlamı yok. Izdırap çekiyorlar, fotoğraf çekmiyorlar.
İstanbul’un rakipleri
Dünyada İstanbul’u başka bir kentle karşılaştıramazsın. İstanbul’a en yakın kent Hong Kong. İstanbul’u New York’la karşılaştırıyorlar. Burası New York’tan çok daha önemli bir kenttir. Ne var New York’ta, tarih mi var? 200 senelik bir şehir orası. Oysa İstanbul’dan nice uygarlıklar gelmiş geçmiştir. New York’la İstanbul’u kıyaslamam bile. 200 senelik şehir olmaz. Olsa olsa gazino olur.
Vatan nedir?
İnsan doğduğu yerde ölür. Vatanımız burasıdır. Vatan, sokakta yürüdüğün zaman yanından geçen kıza verdiğin selamdır. Vatan sadece bayrak değildir, aynı zamanda yürektir. Doğduğun kentteki hatıralarındır. O seni tanır sen onu tanırsın.

İstanbul mahalleleri
Sadece gözünün önünde değil her zaman kalbinin içindedir İstanbul. Büyükada’yı düşünsenize… Eskiden bu plajdan denize girenlerin çoğu Ada’nın zenginleriydi. Zamanla plaja dışardan gelenler çoğaldı ve plajın adı gibi yapısı da değişti. Eskiden mahalleden mahalleye İstanbul’un özelliği değişirdi. Tatavla, Rum mahallesiydi. Adının sonradan Kurtuluş konmasının sebebi Rumlardan kurtulmasıdır. İstanbul’un en sevdiğim semti Beyoğlu’dur, pisliğine rağmen güzeldir. Süleymaniye, Haliç tarihi bakımdan değerlidir. İstanbul yaşayan bir kenttir, yaşam da Taksim’le Tünel arasındaki bölgededir.
İnsan kareleri
Kumkapı ve Kazlıçeşme’de usta balıkçılar yaşardı. Balığı da denizi de çok iyi bilen insanlardı. Ben fotoğraflarımda insanları işledim. Neden? Çünkü bir şehir insanlarıyla yaşar. İnsansız şehir olur mu, olmaz. Yaşam var burada. Acılar çekilmiş, aşklar yaşanmış, birbirini vurmuş insanlar, kanlar akmış, intiharlar olmuş…
Fotoğrafçı değilim, gazeteciyim…
Hikmet Feridun Es benim şefimdi. Hayat mecmuası grubuyduk. En sıkı gazeteciler bizdeydi. Dergi yayına başladığında 100 bin satarız diye hesaplamıştık, 400 bin satmaya başladık. Kağıdımız tükendi. Hükumete yağ çekmeye başladık. Yayına devam edebilmek için o dönemde buna mecburduk. Hayat Dergisi dünyaca ünlü Life dergisini kopyalıyordu. Life’ı da aralarında tek bilen bendim. O zamanlar meslekte rakibim yoktu. TIME muhabiri oldum, dünyanın dergilerine haber gönderiyordum. Yaptığım bir anlamda tarihçiliktir. Görsel tarihimizi kaydediyorum.
6-7 Eylül
6-7 Eylül olaylarını çok iyi hatırlıyorum. Liseyi bitirmiştim. O gün çok fotoğraf çektim. O olaya dair gözümün önüne gelen kareler var. Devrilmiş, yanan arabalar… Yakılmış, yıkılmış dükkanlar… Vitrinlerden sokağa taşan kumaşlar, mallar… Bir adam geliyor, vitrin camını kırıp içeri giriyor. Mağazaya girip üstüne üç kat elbise giyip çıkıyor ve evine gidiyor. Ondan sonra da polis arama yapıyor. Her şey olup bittikten sonra polis iki tane şapka bulacak, vitrine koyacak diye arama yapıyor. 6-7 Eylül olaylarından sonra dini kimlikler ön plana çıkmaya başladı. Ayrılıklar da ondan oldu. Demokrat Parti dini siyasete malzeme yapıyordu. Atatürk’ün getirdiği enternasyonel havayı değiştirdiler. Cumhuriyet’in ilanından sonra esen havada insanlar bu ülkenin bir vatandaşı olduğunu anladı. Gurur duydular bununla. Kimlikleri ne olursa olsun bu ülkenin vatandaşıydılar. Her etnik kökenden insan yaşar bu ülkede, hepsi de Türk’tür bu insanların. Kimlik önemli değildi. Ne zaman kimlikleri ön plana çıkarmaya başladılar, kırılma noktası da böyle başladı. Bugüne kadar da bu sorun böyle devam etti. Bu iki durumdan biri sahte. Hangisi sahte? Atatürk’ün getirdiği yenilikler mi, yoksa sonraki uygulamalar mı?
İstanbul’un hali…
Eski İstanbul’u özlemek diye birşey yok. İstanbul yaşanır ve biter. Yenisi başlar. İstanbul devam ediyor. Bizler ölüp gideceğiz İstanbul yaşayacak. Sokaklar değişiyor, binalar değişiyor, biz de ona göre yaşamalıyız. Şu an zaten İstanbul’un hali ortada. Beğenmiyorum. İnsanlar İstanbul’u tanımıyor. Bu eğitimle olmaz.
İstanbul tavsiyesi
Gelecek nesillere İstanbul’la ilgili şu tavsiyeyi verebilirim. Bilmedikleri şeyler hakkında ahkam kesmesinler. Önce öğrensinler.
Vazifemiz yaşadığımız bu devri gelecek asra neşretmektir. Ben görüntüledim, sen de yazacaksın. Burada ne yapıyoruz biz? Gelecek asrı, yeni nesili aydınlatıyoruz. Bu da yazıyla, filmle, fotoğrafla olur. Fotoğraf makinasi ne görürse onu çeker, yalan konuşmaz, sonuçta makinedir. Gelecek nesillere İstanbul’la ilgili şu tavsiyeyi verebilirim. Bilmedikleri şeyler hakkında ahkam kesmesinler. Önce öğrensinler. Sadece tarihi değil, yaşamı da öğrensinler. Palavra atmasınlar. Yaşamanın tadını çıkarsınlar. Kenti sevsinler ve öyle baksınlar. Sevgiyle bakılmayan şey akılda kalmaz.
Ara Güler’in sesinden…
Yukardaki videoda Ara Güler’in sesinden bir cümle de var. Kitabın klibini hazırlarken onun ünlü cümlesini başa koymuştum. Arkada çalan müzik yine bir başka usta Cihat Aşkın’a ait. Kendisinin özel onayıyla o en sevdiğim müziğini, İstanbul’un Gözyaşları’nı bu çalışmada kullanmıştım. O da bugün Galatasaray Meydanı’ndaydı, kemanıyla ve o eşsiz müziğiyle Ara Güler’i uğurlayanlar arasındaydı…