Bir anı, diğerini çağırır. Kendimize zaman tanıdığımızda, ne çok şeyi hatırlayabildiğimize şaşırırız. Genellikle zihnimiz bizi tanıdık sokaklarda gezdirir; hep aynı, belirgin ya da şimdiki yaşamımızla ilgili anılara uğrarız. Ancak biraz cesaretle bu alışılmış yoldan çıktığımızda, beklenmedik hazineler buluruz: İlk saatimiz, ayaklarımızı yalayan dalgalar, okul koridorlarındaki boya kokusu…
Bu sürpriz anılar, geçmişimizin zannettiğimizden çok daha zengin olduğunu gösterir. Bize kim olduğumuzu fısıldar, yaşam tecrübemizin derinliğini hissettirir. Garip şekilde, bu rastgele parçalar bile benliğimizi genişletir. Hatırladıkça köklerimiz derinleşir.
Bunca yılı geride bırakmışken, onları anımsamaya daha fazla vakit ayırmamamız şaşırtıcı. Günlük koşuşturma bizi şimdiki zamana hapseder. “Geçmişe dalmaya kim zaman bulabilir ki?” diye düşünürüz. İşte ikilem: Anıları gün yüzüne çıkarmak ruhumuzu besler, ama bu çaba zaman ister. O zamanı ayıramazsak, hatırlamanın zenginliğini yaşayamaz, geçmişimizi canlandıramayız.
Çok az insan anılarını yazar. Ama hatırlamayı hayatımızın doğal bir parçası yapabiliriz. Bunun için katı rutinlere gerek yok. Anılarla buluşmak keyifli, anlık gelişen bir farkındalık, ekranlara güzel bir mola olabilir. Tetikleyici ipuçları her yerdedir: Eski fotoğraf albümleri unutulmuş yüzleri canlandırabilir. Eski adresinizi haritada aratıp sanal sokaklarda gezinebilirsiniz. Bu, hayal gücü ve hafızanın iç içe geçtiği tatlı bir ritimdir. Bazı anılar diğerlerinden daha nettir; bu sağlam anıları, soluk olanlar arasında köprüler kurmak için kullanabilirsiniz.
Hafıza zamanla silikleşebilir, ancak bu tek düze bir süreç değildir. Sislerin arasında parlayan adalar gibi, tutunabileceğimiz güçlü anılar vardır. Bildiğiniz bir anıya demirleyerek, zihninizin normalde ulaşamadığı kıyılara varabilirsiniz.
Hatırlamak İstemediğimiz Anılar
İşte burada her şey karmaşıklaşır. Güzel anıları saklar, acı verenleri iteriz. Peki gerçekten sadece istediklerimizi mi hatırlarız? Pek sayılmaz. İnsan zihni acı deneyimleri hafifletmeye meyillidir. Ancak kötü anıları tamamen silmek istesek de, onlar da bizi şekillendirir, bize dersler verir ve beklenmedik anlarda ortaya çıkar.
Hangisi daha kolaydır, hatırlamak mı, unutmak mı? Basit cevabı yoktur. Bazen bir koku, bir şarkı bizi geçmişe götürür; hatırlama kendiliğinden gerçekleşir. Diğer zamanlarda, basit bir isim için dakikalarca düşünürüz. Unutmaya gelince… Günlük detaylar farkında olmadan silinirken, travmatik anıları unutmak neredeyse imkansızdır. Unutmayı istemek ile başarmak arasında uçurum vardır.
“Bilinçli unutma” çabası, geçmişi yeniden yazmak mıdır? Bu belki geçmişi silmekten çok, kendimize daha katlanılabilir bir hikaye anlatma çabasıdır. Bir anıyı tamamen yok edemesek de, üzerini örterek bugünümüz üzerindeki gücünü kırabiliriz. Bu, o anıların hiç yaşanmadığı anlamına gelmez; sadece anlattığımız hikayeyi biraz değiştirdiğimiz anlamına gelir.
Hatırlama arzusuyla unutma ihtiyacı arasındaki ince çizgide yürürüz hepimiz. Hafızamız, kim olduğumuzu fısıldayan bir sığınak olduğu kadar, bazen kaybolmaktan korktuğumuz gölgeli bir labirenttir. Zaman akıp giderken, bu içsel gelgitle yaşarız: Geçmişin zenginliğine sarılmak isterken, bazı yüklerden kurtulmayı arzularız.
Ve sonunda, belki de en çok ihtiyacımız olan şey, tüm bu karmaşayı kabullenmektir. Çünkü bir gün, son nefesimizi verirken, gözlerimizin önünden geçecek olan şey hayatımızın bu rengarenk, acı-tatlı mozaiği olacak. Belki o son anda, hatırladıklarımız ve unuttukları bütünüyle biz olduğumuzu anlayacak, benzersiz hikayemizle vedalaşacağız.