1970’lerin İstanbul’unda çocuk olmak, bugünle kıyaslandığında doğal sayılabilecek bir toplumsal deneyimdi. Sabahları evden okula gider, dönüşte eve uğrayıp üstümüzü değiştirir ve akşama kadar mahalledeki arkadaşlarımızla zaman geçirirdik. Her gün yeni maceralarla dolu bir hayatın içine adım atar, sokak aralarında hayatlarımızı paylaşırdık. Sokaklar bizim için kimi zaman okul, kimi zaman eğlence parkı oldu.
Evlerin önü, boş arsalar, bakkal dükkanlarının yanı bize ayrılmış özel yerlerdi. Zamanımız saklambaç, körebe, misket gibi oyunlarla geçerdi. Misket oynamak, mahallenin toprak yollarında delikler açıp cam bilyelerle hedef vurma üzerine kurulu bir beceri oyunuydu ve büyük bir keyif kaynağıydı. Teknoloji kavramıyla tanışmamıştık yenilikler bisiklet ya da son model arabalarla sınırlıydı.
İstanbul’un mahalleleri, şehir içinde adeta küçük köyler gibiydi. Mahalle kültürü aslında her şeydi. Oyunlarımızla, arkadaşlıklarımızla o sokaklarda büyüdük. Davranışlarımızı belirleyen toplumsal kodlarımız o kültürün içinde gizliydi.
Herkes birbirini tanırdı. Bazı istisnai halleri saymazsak komşular arasında sıkı bir dayanışma vardı. Komşular birbirinin çocuğunu gözlerdi. Mahallede yaşayan herkes çocukların velisi gibiydi. Yaramazlık yaptığımızda mahalledeki büyükler uyarır, bazen cezalandırır, ama yeri geldiğinde de o çocukların bakımını üstlenirdi. Sokakta bir çocuk düştüğünde onu yerden kaldıran, üzerini silkeleyen bir komşu her zaman bulunurdu. Bu sıkı komşuluk bağları sayesinde, aileler çocuklarını güvenle sokağa bırakabiliyordu. Teknolojiden uzaktık henüz ama komşuluk ilişkilerimize sıkı sıkıya bağlıydık. Bu güven ortamında biz de kendi dünyalarımızı yaratırdık, her gün yeni maceralara dalardık.
Sokakların toprak olduğu mahallelerde, ip atlama, saklambaç, yakar top da yaygındı ama futbolun yerini hiçbir oyun alamazdı. O zamanlarda her mahallede mutlaka boş bir arsa vardı. Futbol, bu boş gibi görünen ama aslında hayatın en dolu anlarıyla kaplı alanların vazgeçilmeziydi. Sokakta olmak şimdiki gibi tedirginlik yaratan bir durum değildi, aksine çocuk olmanın verdiği huzur ve güveni inşa eden en önemli etkendi.
Çocukluğumun İstanbul’u, şimdiki gibi büyük binaların ve yoğun trafiğin olmadığı, mahalle kültürünün hüküm sürdüğü bir yerdi. Şehir, günümüz metropol görüntüsünden oldukça farklıydı ve hala şehirdi, kent değil… Yine kalabalıktı, sokaklar bugünkünden daha pisti, trafik dertti. Metro, tramvay, metrobüsün olmadığı o yıllarda toplu ulaşımla seyahat etmek akıl sağlığımızı test etmek gibi bir şeydi. İstanbul’a her gün binlerce insan yerleşiyor, sorunlar içinden çıkılmaz hale geliyordu. Gelişen sanayisi ve göçlerle yapısı ve görüntüsü değişiyordu. Ama bizler, yani mahallenin çocukları bunlardan haberdar değildik ya da pek umursamıyorduk çünkü mahallemiz bizim dünyamızdı ve başka gezegenlerdeki sorunlar bizi ilgilendirmiyordu.
Bakkallar, Sinemalar, Okullar
Mahalle bakkalları ve sinemalar hayatımıza renk katardı. Bakkallar en çok uğradığımız yerlerin başında geliyordu. Bizim için cazibe merkeziydi orası. Yusuf Amca’nın bakkalında satılan rengarenk leblebi tozları, karışık şekerlemeler ve gazozlardan aldığımız keyfi başka bir şeyde bulamazdık. Leblebi tozunu paketten içmek, hele bir de üzerine su içmek, çocuklar arasında en eğlenceli ritüellerden biriydi.
Sadece ekmek, süt, gazete ihtiyacımızı karşılamakla kalmaz mahalle hayatının en önemli haberlerini de bakkal amcalarımızdan alırdık. Filanca komşunun kızı bu yaz Balıkesir’e gidecekmiş, Ahmet amcanın kardeşini polis yakalamış çünkü asker kaçağıymış gibi hayatımızın akışını değiştirmeyen ama bizi eğlendiren olaylardı.
Bakkalların veresiye defteri vardı ve alışverişler bu deftere kaydedilirdi. Her ailenin de bir defteri olurdu ve ay sonunda kapatılacak borçlarda farklılık olmaması için bizdeki defter devreye girerdi. Ancak mahallelinin büyük çoğunluğu bu defterlere ihtiyaç duymaz bakkallara güvenirdi. Bu güven asla zedelenmezdi. Biz çocuklar dışında… Birkaç kuruşluk gazoz, leblebi tozu ya da akide şekeri o günün en mutlu anıydı. Bazen bu küçük mutlulukları da ev halkının haberi olmadan bakkalın veresiye defterine yazdırırdık. Bu küçük ödemelerin daha sonra yapılacağını bildiğimizden gönlümüz rahattı.
Sinemalar başka dünyalara açılan kapılardı. Serin yaz akşamlarında yazlık sinemalarda buluşurdu aileler. Tahta sandalyelerde, minderlerde izlediğimiz filmlerin tadı yamandı. Film öncesi satılan dondurma ve gazozlarla filme hazırlanırdık. Yeşilçam filmlerini kaçırmazdık. Zeki Müren, Türkan Şoray, Cüneyt Arkın ve daha nicelerini o sinemalarda tanıdık. İzlemediğimiz film varsa bile arkadaşlarımızın uzun uzun anlatımıyla filmin her karesini ezbere bilirdik. Filmleri anlata anlata bitiremezdik. O dönemin çocukları iyi birer anlatıcıydı. Sokaklarda kazanılan bu yeteneğin ilerdeki yaşamlarında faydasını göreceklerdi. Her mahallede yazlık ve kışlık sinemalar bulunur, aileler genellikle komşularıyla birlikte film izlemeye giderdi. Sinemaya gitmek, bizim için önemli bir sosyal etkinlikti. Aktörlerin hareketlerini mimiklerini günlerce taklit edip dururduk. Filmlerdeki isimler çoğu zaman lakaplarımız olurdu.
Erkeklerin sıklıkla vakit geçirdiği bir başka sosyal alan da mahalle kahveleriydi. Kahveler, sadece çay içilen yerler değil, aynı zamanda insanların güncel olayları konuştuğu, oyunlar oynadığı birer sosyalleşme merkeziydi. Tavla bu mekanların vazgeçilmez bir mücevheriydi.
Hasta olan bir komşuya yemek götürmek, düğünlerde ya da cenazelerde yardımlaşmak doğal bir alışkanlıktı. Mahalledeki düğünler, sünnetler ya da bayramlar toplu kutlamalarla yapılırdı. Herkes birbiriyle dayanışma içinde olur, bu kutlamalar mahalledeki herkesin katıldığı etkinliklere dönüşürdü.
Mahalle aralarında dolaşan “eskiciler” ya da seyyar satıcılar vardı. Kış aylarında sokaktan geçen bozacılar da başka bir alemdi. “Bozaaaa, Vefanın bozaaaa…” bağrışları gecenin ayazında evlerimizin içinde yankılanır, yüksek katlarda oturanlar sepetlere koydukları tencereleri sarkıtır, bazıları pijamayla sokağa çıkıp bozacının metal güğümlerine tencerelerini, sürahilerini uzatırdı.
Büyük çoğunlukla mahallelerimizdeki devlet okullarına giderdik. Eğitim, bugünkü kadar rekabetçi ya da sınav odaklı değildi, ancak öğretmenlerin otoritesi çok güçlüydü. Öğretmen-öğrenci ilişkimiz derin ve sarsılmaz bir saygıya dayanırdı. Okullarda sık sık “müsamereler” düzenlenir, çocuklar tiyatro oyunları sergilerdi. Bu etkinlikler mahallede geniş yankı bulur, veliler ve komşular okula gelir, çocukları keyifle izlerdi. Okul dışındaki zamanlarımızı genellikle sokakta geçirir, iyi havalarda top oynar, yağmurlu havalarda kağıttan gemilerimizi yarıştırır ya da apartmanlar içinde saklambaç oynardık. Kömürlükler sadece kömürlük değil bizim için film seti gibiydi. Orada el lambalarımızın aydınlattığı karanlıklarda kendimizce yaratıcı zamanlar geçirirdik.
6’da devre 12’de biter
Futbol oynamak hayatımızın vazgeçilmez bir parçasıydı. Gazozuna ya da bedavaya fark etmez, 6’da devre 12’de biter kuralıyla başlayan maçlarımızda mücadeleyi, dayanışmayı, sahtekarlığa karşı nasıl tutum alacağımız keşfederdik. Maçların en heyecanlı anları da takım kurma aşamasında yaşanırdı. En usta iki futbolcu karşı karşıya geçer ve sırayla oyuncu seçerdi. En iyi oyuncuyu seçen takım avantajlı sayılırdı ve bu seçim genellikle yazı tura atışından sonra yapılırdı. Kaleler iki taş arasında olurdu genellikle ve kale direkleri olmadığından kaleciyi geçen her şut tartışma yaratırdı. Oyun durur, gol mü değil mi diye uzun uzun bağrışılırdı. Her seferinde de ortak bir yol bulunur ve maç kaldığı yerden devam ederdi.
Top genellikle plastikti. Deri kaplama top elimize geçtiğinde herkes o boş alana toplanır, diğer çocuklar da bizden sonra yapacakları maçlar için takım kurarlardı. En büyük kabusumuz topun çevredeki binalardan birinin bahçesine kaçması ya da bir evin penceresine isabet edip camların kırılmasıydı. Topu, kaçtığı o bahçeden almak her zaman mümkün olmazdı. Bazen bıçakla patlatılan toplar öfkeyle bize fırlatılırdı. Cama isabet eden ve camı kıran topların geri dönme ihtimali sıfırdı. O anda arsa boşalır, herkes dağılır, camı kimin kırdığı asla anlaşılmazdı. Camı kıran arkadaşımızı ele vermek vatana ihanet etmekten daha ağır bir suçtu. Bu suçu işleyenler tıpkı vatandaşlıktan çıkarılanlar gibi gruptan sürgün edilir kolay kolay da geri kabulleri mümkün olmazdı.
Bir de topun sahibi vardı. Lafın gelişi değil gerçek sahibi. Bu kişi maçların en önemli kişisiydi ve adeta el üstünde tutulurdu. Çünkü maçın oynanma sebebi oydu ve sokağa çıkardığı o toptu. Genellikle takım kurma hakkı da ondaydı. O çocuk geçici bir süre de olsa mahallenin kralıydı. Bazen tartışmalı gol pozisyonlarına noktayı koyan da o olurdu. Onu üzmez, üstüne gitmez, ne derse yapmaya çalışırdık, en azından maç bitene kadar. Maçtan sonra yani bir sonraki maça kadar dokunulmaz statüsünü kaybeder sıradan biri oluverirdi top sahibi.
Okul ve Eğitim Hayatı
Eğitim, bugünkü gibi rekabetçi değildi, ancak disiplin önemli bir yer tutuyordu. Okullarda öğretmenler ciddi bir otoriteydi. Okuldan sonra eve dönen çalışkan arkadaşlarımız hemen ödevlerini tamamlardı, bizler içinse ödev akşamları tamamlanacak faaliyetlerdi. Sokağa çıkmak her zaman daha cazipti. Radyodaki “Arkası Yarın” programları çocuklar arasında çok popülerdi. Bu programlarda anlatılan hikayeler, ertesi gün mahallede arkadaşlar arasında tartışılır, yeni bölümler heyecanla beklenirdi.
İstanbul’da apartmanlaşmanın hızlandığı ve mahalle kültürünün yavaş yavaş dönüşmeye başladığı bir dönemdi. Ancak hala birçok mahallede eski gelenekler devam ediyordu. Uzun yıllar öncesinden kalma ahşap binalar hala ayaktaydı.
Güvenli ve samimi bir ortamda mahalle kültürüyle yetiştik. Her anı macerayla dolu yıllarımızı mahallelerimizde birlikte geçirdik. İstanbul’un kültürü, silueti, yolları, her şeyi değişiyordu ama bizler mahallemizde bu değişimlere pek de aldırmadan günlük yaşamlarımızda yuvarlanıp gidiyorduk. Sakinleştiricileri, psikologları ya da kişisel gelişim uzmanlarını tanımadığımız bir dünyada büyüdük. Sokaklar bizim doğal kişisel terapi alanlarımızdı, bakkalımız, postacımız ya da kasap en iyi gelişim uzmanımız oldu. Hayatı onlardan tanıdık, hatalarımızı onlara karşı yaptık ve doğruyu el yordamıyla, tecrübeyle yaşayarak öğrendik. Sınırları apartmanlar ya da caddelerle belirlenen mahallelerimiz bizi biz yaptı. Çünkü hayatı tıpkı anne babalarımız gibi sokaklarda yaşayarak öğrendik.
Kendi dünyalarında tutuklu yaşayanlar
Zamanla şehir kültürü değişti. Sokaklarda büyüyen çocuklar, kendi çocuklarını o sokaklardan men etti. Gerekçeleri “güvenli olmayan” ortamlardı. Oysa sokaklar hiçbir zaman güvenli değildi. Oraları tehlikeli hale getiren insanlar ve olaylar her zaman vardı ve biz tehlikelere karşı kendimizi korumayı sokaklarda ve akranlarımızın yardımıyla öğrendik.
Bugünün kuşakları, hayatı ve onu tehlikeli kılan şeyleri ekranlarından öğrenmek zorunda. Gerçeğiyle karşılaştıklarında kulaklıklarını takıp yollarına devam etmeleri belki bu yüzden.
Eğitim sistemi günümüzde çok daha yoğun ve rekabetçi. Çocuklar artık okul saatleri dışında kurslar, özel dersler veya hobi aktiviteleriyle meşgul. Günlük programları daha sıkı, disiplinli ve boş zamanları neredeyse yok. Zamanlarının büyük bölümünü evde bilgisayar, tablet, televizyon gibi elektronik cihazlarla geçiriyorlar. Video oyunları, çevrimiçi oyunlar ve sosyal medya, çocukların başlıca eğlence kaynakları… Kendi kişisel dünyalarında adeta tutuklu yaşıyorlar. Tahmin edemeyeceğim hayallerin peşindeler. Fiziksel etkileşim gerektiren oyunlar yerini sanal dünyalara bıraktı. İnsan ilişkilerinden soyut böyle bir yaşam belki de geleceğin dünyasına bir hazırlık.
Tekrar o yıllara dönecek olsam ve bana “hangi dönemi seçersin?” diye sorulsa cevabım kendi çocukluk dönemim olurdu.
Şanslı bir çocukluk dönemim olduğuna inanıyorum. Sonradan tanıştığım teknoloji ve modern yaşamın nimetlerine rağmen cevabım değişmezdi.
O günlerde soluduğum, tecrübe ettiğim mahalle kültürüne minnetarım.