Benim tanıştığım sosyal medya ile bugünkü arasında pek bir benzerlik yok. Platformlar her zamankinden daha dolu fakat her zamankinden daha az bilgilendirici. Bize sunulanlar bir dizi yöntemle belirleniyor, takip ettiğimiz hesaplar yerine aylar öncesine ait gönderilerle, reklamlarla kuşatılıyoruz.
“Özgür İnternet” algoritmik önerilerle garip bir hal aldı. Pasif tüketim teşvik ediliyor. Her etkileşim gözetleniyor, reklamlar yoluyla metalaştırılıyor. İçerik üretenler geçmişin televizyon istasyonları gibi. Takipçilerin fikirleri eskisi kadar önemli değil. Konuşmak, görüş bildirmek gerekmiyor, izlemek ve dinlemek yeterli.
Arama motoruna sevimli görünmek için hazırlanan “haberler” bilmeceye dönüştü. Zaten kimse haber verme derdinde değil amaç, rakip sitelerdeki aynı haberlerin önüne geçmek, daha çok ziyaretçi çekmek.
Teknolojinin pasif aktörleriyiz artık ve yenilikler çoğaldıkça tembelleşiyoruz. Kendi yolumuzu belirlemek yerine birkaç dev şirketin açtığı yolda güvenle seyahat ediyoruz. Gölge benliklerini inşa edenlerin çoğaldığı büyük bir sanal medeniyetin bireyleriz.
Ağlar gerçek, dünya yalan
İnternette eğlendiğim günleri hatırlamaya çalışıyorum. Bu uzun zaman önceydi. Sosyal ağlar internetin otoyolları haline gelmeden önce…
Biraz nostalji kokacak ama yazacaklarım eskiye özlem değil, o günlere ait birer tespit. İnternete modemle bağlanırdık, telefonumuz çaldığında bağlantı kesilirdi, kesintisiz dolaşmak herkese nasip olmayan bir ayrıcalıktı. Wi-Fi’nin yaygınlaşmasıyla biraz rahatladık. 2000’lerde cep telefonlarıyla internete bağlandığımızda hayatımız değişti.
Bugün bildiğimiz sosyal ağların ataları ortaya çıkıyordu. MySpace, internet kişiliklerimizi gerçek kimliğimize bağladı. Artık sadece takma ad ve avatar değildik. Site bizden gerçek adımızı ve fotoğrafımızı istiyor, ilgi alanlarımızı herkesin görebileceği şekilde listelememizi söylüyordu.
O yıllarda internete girmek, bilinmeyen bölgeleri keşfetmek gibiydi. Bugün trafik ışıklarının aydınlattığı yolda kendimiz için birer reklam panosu asıyoruz.
LinkedIn ve Flickr gibi sitelerdeki profillerimiz hazır seçenekler sunuyordu. Yaş, konum, meslek, arkadaş ve takipçi sayılarıyla etkileşimi ölçüyorlardı. Ağlar gerçek dünyanın güç yapılarından kaçış değil, onlarla kaynaşmanın bir yoluydu.
Insagram’la başlayan büyük değişim
Mark Zuckerberg program yazmak yerine nota yazmayı bilseydi belki de Facebook‘u tanıyamayacaktık. Ağ kurmanın ne kadar “önemli” olduğunu bize o öğretti. Profillerimizde yaşadığımız şehirleri, ilişki durumlarımızı listeledik. Bizi internette bir araya getiren şey, artık sadece ilgi alanlarımız ya da yakınlıklarımız değil, yaşımız ve eğitim seviyemizdi.
Benliğin metalaşması, 2012’de Instagram’ın ortaya çıkışıyla hızlandı. Hayatın filtreden geçirilmiş fotoğraflarını yayınlamaya başladık.
Bu uygulamayı bir arkadaşım sayesinde tanıdım. “Tam sana göre, bayılacaksın” dedi. Öyle de oldu… İlk paylaşımlarım sadece birkaç beğeni almıştı, o zamanlar bu yeterliydi. Zamanla artan görsel zenginliğin nereye varacağından habersizdik.
Kitabımın tanıtımını bile beceremedim
İlk kitabım Park Otel Olayı, internet öncesi karanlık çağda (1992) yayınlandı. O yıllarda bilgisayar, çözülmesi zor bir gizemdi. Kitabımı Cumhuriyet gazetesinin tarihi turuncu daktilolarından birinde yazmıştım. İkinci kitabımı hazırlarken ABD’deydim. Fırsat buldukça üniversitenin kütüphanesindeki bilgisayarları kullanıyordum. Üçüncü kitap Sevgili İstanbul’du ve sosyal medyanın patlama yaptığı günlerde (2014) yayınlandı. Instagram’ı kullanmaya bir yıl önce başlamıştım. Az önce merak edip arşive baktığımda Sevgili İstanbul hakkında hiçbir paylaşım yapmadığımı fark ettim. Oysa bu kitap için 7 ay süren röportajlar yapmıştım. Konuştuğum kişilerin her biri benim için efsaneydi. O kitap için yaptığım sohbetler hala kendi ligimdeki en faydalı projedir ama röportajları Instagram hesabımdan neden paylaşmadığımı hatırlamıyorum, bunun bende cevabı yok. Neyse…
2019 yılında Başka Şehirler yayınlandı. Bu tamamladığım dördüncü kitaptı ve tanıtmam gerekiyordu. Bencilce bir düşünce olabilir ama mümkün olduğunca çok insanın kitaptan haberi olmasını istiyordum ve Instagram bu tanıtım için mükemmel görünüyordu. Ancak bunun için (kitap tanıtma faaliyeti) Instagram’ın sağladığı anonimlik zırhından sıyrılıp daha aktif bir kişiliğe bürünmem gerekecekti. O güne dek sessizce yürüdüğüm yolda gürültü yapmanın sonuçları hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bu ve şunun gibi birkaç paylaşım yaptım. Beğeni ve yorumlardan tabi ki memnundum ama ilk kez denediğim bu yöntem hoşuma gitmedi. Instagram’ı arşiv fotoğraflarımın bulunduğu bir galeri olarak kullanmaktansa tanıtım olayına girişmek bana göre değildi…
Kilit kelime “etkileşim”
Instagram’dan ya da diğer sosyal medya platformlarından paylaşım yapmak, yaşadığımızın kanıtı gibi. İnternetin algoritmaları sizi kaydetmiyorsa, hayatta olduğunuzu kolay kolay kanıtlayamazsınız.
Paylaşım yapmak basitti, hala öyle, uygulama bedavaydı, hala bedava, reklam yoktu, bugün var. Güzel fotoğrafları beğeniyor, yeni fikirler ediniyor, seyahat fotoğraflarımın bir arşivini oluşturuyordum ve bu tam zamanlı bir iş haline gelebilirdi. Kimileri için öyle de oldu…
2015’ten sonra işin havası değişti. Sosyal medya giderek artan algoritmik önerilerle yönetilir oldu. Platformların istediği paylaşımlar öne çıktı. Seçimlerimiz artık bize ait değil bize sunulandı. Sözcük hala “etkileşim”di ama popüler olan her şey daha popüler oluyor, ilgi görmeyenler dijital çöplüğün dibini boyluyordu. Gerçek dünyada olduğu gibi dijital dünya da dikkat çekmeyen profillerin varlığından habersiz dönüyordu.
Zamanla algoritmalar akışlarımızı kişiselleştirdi. Bu değişim başladığında Instagram’dan uzaklaştım çünkü takip ettiğim hesaplar yerine reklam, marka ve sponsorlarla karşılaşıyordum. Zorla besleniyormuş gibiydim, baktıklarım da doygunluk hissi vermiyordu. Aslında bunda şaşılacak bir durum yok. Sosyal medya platformları kar etmek zorundaydı ve karşılıksız katılımımız onların can damarıydı.
Ölçüyü kaçırmadan
“Instagram’a yansıttığım ‘ben’ kimim?” Bunu bazen düşünürüm. Kendinden emin ve kaygısız bir tip var orada. Bu gerçek ben değilim ama altına yazdım birkaç kelimeyle dengeli paylaşımların da zararı yok gibi. Bunu yorum, beğeni almak için değil ilerde o günlere baktığımda neden o fotoğraf altı yazısını kullandığımı, o fotoğrafı niye o filtreden geçirip şişirdiğimi görmek için yapıyorum. Kendimi yargılamak için bu iyi bir fırsat. Günlük yaşamın fırtınasında böyle oyunlarla zaman geçirmenin ne zararı olabilir?
Elbette sosyal medyanın faydaları var. Kullanana göre eğlenceli olabiliyor. Burada “Ölçülü kullanmak” anahtar kelime. Ölçüyü belirlemek ise bir hayli zor. Çünkü platformlar bağımlılık yapmak üzere tasarlanmış. Hakkımızda ne kadar çok veri toplarlarsa kendilerine o kadar çok bağlanacağımızı da biliyorlar.
Dikkatle bakıldığında Facebook bir bilgisayar programlama başarısından çok sosyal programlama başarısıdır. Facebook’un ilk başkanı Sean Parker’ın ifade ettiği gibi “insan psikolojisindeki kırılganlıktan” yararlanmak üzere tasarlandı. Ne kadar çok etkileşimde bulunursak o kadar çok beğeni alacağız. Bu her seferinde daha fazla dopamin demek, yani beraber mutlu olacağız ve çarklar dönmeye devam edecek.
Zuckerberg ve arkadaşları yarattıkları ortamın, kullanıcılar üstünde bu kadar derin bağımlılık yapacağını tahmin etmiş miydi bilinmez ancak bizdeki etkisi dikkate alındığında yakın bir gelecekte ciddi bir sosyal medya halk sağlığı kriziyle baş başa kalabiliriz. Bunu zaten Facebook’un kendi deneyleri de gösteriyor. Ağın duygularımızı manipüle etme ve kontrol etme yeteneğine sahip olduğunun örnekleri çok.
Ayrılmak o kadar kolay değil
Her şeye rağmen sosyal medya yasadışı değil ve biz onu aşırı dozda kullanmak zorunda değiliz. Üzerinde “Facebook öldürür” ya da “Hamile kadınlara Instagram yasak” gibi bir uyarıyla üye olmuyoruz. Ancak telefon taşıyan herkes gibi bağımlılık yaptığını da biliyoruz.
İşin tuhafı ondan kurtulmak sanıldığı kadar kolay değil. Hesabınızı devre dışı bırakmak istiyorsanız o düğmeye ulaşmak için çaba harcamalısınız. Ulaştığınızda bile duygusal zayıflığınız test edilecek. Ölümünüzden sonra hesabınızı yönetecek birini seçmeniz istenecek. Çünkü hesabınızın sizden daha uzun süre yaşaması isteniyor. “Devre dışı bırak” seçeneğine tıklayıp şifrenizi girdikten sonra duygusal şantaj başlayacak. Arkadaşlarınızın bir slayt gösterisini izledikten sonra onlara mesaj göndermeniz önerilecek. Daha sonra neden ayrıldığınızı belirtmenizi gerekiyor. İşin tuhafı ayrılma nedeninizin yeterince iyi olmadığını iddia ediyor. Örneğin, “Facebook’u kullanarak çok fazla zaman harcıyorum” seçeneğine tıkladığınızda, Facebook’tan alacağınız e-posta sayısını sınırlandırarak bununla başa çıkabileceğiniz söyleniyor. Bu pencereyi kapattıktan sonra devre dışı bırak seçeneğine tıklamanız gerekiyor ve bu noktada başka bir açılır pencere emin olup olmadığınızı soruyor. Son olarak, tekrar devre dışı bırak seçeneğine tıklamanız gerekiyor. Her neyse, hesabınızı devre dışı bırakmak hiçbir şey ifade etmiyor. Hesabınızı yeniden etkinleştirmek için tek yapmanız gereken yeniden giriş ya da Spotify gibi Facebook üzerinden kaydolduğunuz bir hizmeti kullanmak.
En kolay yöntemse uygulamayı telefonunuzdan silmek!
Ateşkes zamanı
Birkaç yıl önce sosyal medyadan arınmaya karar vermiştim. İşlem basitti; telefondan bazı uygulamaları silmek ve bilgisayarımdaki bazı sitelerden çıkış yapmak!
Facebook ve Twitter’da zaten “yoktum” ama Instagram’dan kopmak kolay olmadı. “Varlığımı” geliştirmek için uzun zaman harcamıştım. Birkaç günde bir fotoğraf yayınlamak yaşadığımın kanıtı gibiydi. Kesin bir temizlik yerine dengeli bir dijital beslenmeye karar verdim. Önce hiçbir duyuru yapmadan uzaklaştım. Arınmayı kamuya açıklamak zorunda değildim ve teşvik edilen kendini yüceltme hatasına düşmedim. Telefonumdaki bildirimleri zaten kapalıydı.
Sosyal medya alışkanlığımı azaltmak gürültüden uzaklaşıp, dikkatimi toplamak için bir fırsattı.
Keybettiklerimiz, kazandıklarımız…
Dünya hiç olmadığı kadar birbirine bağlı ama bağlandıkça samimiyetimizi kaybediyor gibiyiz. Etkileşim konusunda devrim yapmış olsalar da sosyal medya platformları hoşgörü ve anlayış kavramlarını yerle bir ettiler.
Gençliğimizi telefonsuz geçirdik. Bugünün gençleri dünyanın kendileriyle dönmeyi başladığını düşünüyorlar, oysa telefonsuz bir kuşak da vardı bu dünyada. Dikkat çekme ve markalaşma amacıyla kurulan bağlantılar henüz her şeyi değiştirmemişti. Fakat yanılsamadan oluşan kıyamet döngüsüne çabuk adapte olduk.
Yeni, her zaman iyi anlamına gelmeyebilir. Biz mi yeniyi yaratıyoruz yeni mi bizi yaratıyor zaten belli değil. Jet uçağı, hidrojen bombası, bilgisayar da yenilikti, savaşların kaderini değiştirdi, sonra da bizi…
“Onunla da onsuz da olmuyor…”
Telefonumu hiçbir zaman yatağımın yanında bulundurmadım. İlk zamanlar alarm olarak kullanıyordum ama daha sonra bu işi görebilen ucuz saatlerden aldım. Onu zorunlu olmadıkça kullanmayan ve az konuşup öz haberleşen biri olduğumdan sosyal medya diyeti tam bana göreydi. İnzivaya çekilmek beni rahatlattı. Her gün binlerce bilgi parçacığının fırtınasına maruz kalmak yerine kendi merak alanlarıma yönelip ilgimi çeken konuların peşine düştüm. Dijital dünyanın otobanından çıkıp az kullanılan toprak yollardan ilerlemek ve gördüklerimi kavramak beni rahatlatıyordu. Dünyayla bağlantım koptuğunu hissediyordum ama kafam rahattı.
Sosyal medyayla ateşkes kişiden kişiye değişiyor. Hepimiz onun ruh sağlığımızı bozabileceğini ve beynimizi tahrip edebileceğini biliyoruz. Fakat “onsuz da olmuyor” diye ekliyoruz. İş hayatının yoğun temposunda çalışanlar bir şekilde sosyal ağlara bağlanmak zorunda. Ancak bu tempoya sahip olmayanlar da bağlılıklarına devam ediyor.
Kendime “Sosyal medyada geçirdiğim zamanda neyi başardım, bu beni mutlu etti mi?” diye sorduğumda aldığım cevap beni yanıltmıyor.
Telefonunuza “aşılması gereken bir engel” gibi davranmak yerine ne işe yaradığını düşünmeye başlamak lazım. Kim bilir, belki de başkalarının tatil fotoğrafları sizi rahatlatıyordur. Önemli olan kendinize karşı dürüst olmanız.
Sosyal medya alemine severek ve isteyerek daldım, hala da ilgimi çekiyor ve muhtemelen her zaman çekecek. Yaşadığım gerçek dünya da beni heyecanlandırıyor. Can sıkıntımı telafi edebileceğim, boşta kalan ellerimi rahatça sallayabileceğim ve cebimde hayali vızıltıları hissetmediğim bir dünya bu… İnsanların gözlerinin içine bakarak konuşabiliyorum, onları dinleyip anlayabiliyorum… Gördüklerim daha renkli, daha doğal ve gerçekten canlı…
Az önce telefonumla göz göze geldik. Aslında bana sırtı dönük, sessiz modda. Beni bildirimleriyle uyarmasını uzun süre önce yasaklamıştım, bu yasak hala devam ediyor. Acil bir durumda önem verdiğim kişi(ler) zaten bana nasıl ulaşabileceğini biliyor.