istanbul

Zamanın bolsa İstanbullu olabilirsin

Uyku Şehir kitabında Behiç Ak, kendi dönemlerinin koşullarında şekillenen üç sıradışı hayatı, şehrin üç farklı mekânına bağlıyor. Kişiler zamanı, zaman hikayeleri, hikayeler geçmişi bugüne taşıyor.

Behiç Ak, 1982’den bugüne Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan “Kim Kime Dum Duma” çizgi bandıyla bilinse de o aynı zamanda İstanbul sevdalısı ve Galata hayranı bir mimardır. Yazdığı çocuk romanlarıyla çocuklardan çok yetişkinlere yol gösterir. Uyku Şehir kitabında İstanbul’un adeta fotoğrafını çeker, ama kareye yansıyanlar cadde ve sokaklardan çok kentin ruhudur. Bu kitapta altını çizdiğim satırlardan, işaretlediğim paragraflardan küçük bir alıntıyı burada paylaşmak istedim.

Aşinalık bitince, hayat da biter

Bu şehir öyle sevgi doludur ki… İnsanları öyle iyidir ki… Ama onlarla konuşacaksın, hiçbir şey vermiyorsan, “Nerelisin hemşerim?” ya da “Saat kaç?” diye soracaksın. “Hava çok sıcak, değil mi?” diyeceksin ya da “Çok soğuk, değil mi?” önyargılı olmadan, bir yere yetişirken yapılan ya da iki cep telefonu konuşması arasına sıkıştırılan yasak savma türünden konuşma değil, onunla konuşmanın o sırada hayatın tek amacı olduğunu hissettirerek ve daha da önemlisi hissederek konuşacaksın. Hava atmadan, küçümsemeden. Zamanı çok bol, parası çok az yoksulların birbirine davrandığı gibi.

Yeryüzündeki en mutsuz insan, İstanbullu olup da “Vaktim yok,” falan diyerek İstanbul’u yaşayamayandır.

Zamanın bolsa İstanbullu olabilirsin, bir yere yetişmeye çalışıyorsan, acelen varsa, geçmiş olsun; bu şehri yaşayamazsın. Ya bir semtte tıkılıp kalırsın ya da oradan oraya koşuşturan, dili bir karış dışarıda, telaş ve endişe bağımlısı, her an kavgaya hazır, yolunun üzerine çıkan canlıları bir an önce sollamaya koşullanmış bir canavar haline gelirsin. Yeteri kadar vakti olmayan insanın burada milyon dolan bile olsa, yeteri kadar parası yoktur.

Onlar, şehri olduğu gibi kabul ettiklerinden şehir de onları oldukları gibi kabul eder

Yeryüzündeki en mutsuz insan, İstanbullu olup da “Vaktim yok,” falan diyerek İstanbul’u yaşayamayandır. O zaman göreceksin ki, bu şehri en iyi yaşayanlar, Boğaz’dan gürül gürül gelen bol oksijenli akıntıların kırıldığı Sarayburnu’ndan denize girmeyi başarabilen yoksullardır. Onlar, çocukluktaki gibi bir zaman bolluğuna sahiptirler. Her daim çocukturlar ve kendi kendilerinden daha tecrübelidirler. Şehrin coğrafyasının kuşaklardan kuşaklara aktarılan bilgisine sahiptirler bir kere. Onlar, şehri olduğu gibi kabul ettiklerinden şehir de onları oldukları gibi kabul eder, ne surlarının dibindeki tünellerini, ne Belgrat Ormanı’nın gizli köşelerini, ne Sarayburnu’ndaki batık sandallarını, ne Rumelikavağı’nın en etli midyelerinin olduğu kayalarını, ne kerhanelerinin en güzel orospularını, ne de polisin bile bilmediği, mezenin ve yaprak sarmasının en kralının yapıldığı tek tekçi meyhanelerini, Süleymaniye’deki Pakistanlılarının esrarlı, Aksaray’daki Afganlı dericilerinin afyonlu muhabbetlerini, Moldovyalı bakıcılarının haftasonu sevişmelerini, en faydalı tesadüflerinin geçtiği sokak aralarını; kısacası, hiçbir yerini, hiçbir anını esirgemez. En gizli şapellerinde dolaştırır, en mahrem sırlarını paylaşır.

Derviş bile olasalar bir felaket anında, zaviyenin duvarında asılı duran baninin tarihi hırkasını kime, kaça okutmaları gerektiğinden haberdardırlar.

Bu şehrin fakirleri, farklı kültürlerin kaleydoskopu içinde turlama becerisine sahiptirler. Her yere giren çıkan şifrekırandır onlar. Her bir halttan haberleri vardır. Onların fakirlikleri sıradan, garibanlıkla eş tutulan bir fakirlik değildir. Malumatfuruşturlar. Erivan’daki Madam Anna’nın tonoz kapaklı çeyiz sandığının içindeki opsidiyen lsa heykelinden, Sofya’daki yoğurtçu İsmayil Efendi’nin salonundaki Thonet takıma kadar çok geniş bir coğrafyadaki, bütün fakirlerin para yapma ihtimali olan mallarının envanterini çıkarmışlardır. Bunu da genci yaşlısı, bütün gün konuşarak, diğer fakirlerle paylaşmaktan çekinmezler. Ahırkapı’da denize giren fukara, zor durumda kaldığında Bulgaristan’daki Thonet sandalyeyi ya da Gabrova’daki mineli enfiye kutusunu ve abanoz tespihi iyi bir fiyata okutacağını bildiğinden kendisini güvencede hisseder. Bu yüzden kıyıda güneşlenirken ikide bir saatine bakıp durmaz. Zaten saati de yoktur. İyi ki de yoktur. Saati olmayan insanın can sıkıntısı da olmaz. İnançlarının sınırını bilirler. Derviş bile olasalar bir felaket anında, zaviyenin duvarında asılı duran baninin tarihi hırkasını kime, kaça okutmaları gerektiğinden haberdardırlar.

Fikirden, etnik kimlikten, dinden, politik görüşlerden çok, aşinalığın önemli olduğu bölgelere ulaşırsan, yabancı da olsan korkma.

Şehir kimsenin onu ele geçirmesine, sokaklarında burnu Kaf Dağı’nda dolaşmasına izin vermez. Liyakatle sulanan sokaklarını ne kadar çok adımlarsan, dükkanlarına ne kadar çok girip alışveriş edersen, sokakta yürüyen, kahvede oturan, köşe başında ayakta duran insanlarla ne kadar çok konuşursan, o kadar çok kapı açılır önünde. Hiç ummadığın perdeler aralanır, ketum suratlar gülücüklerle dolar, fiyatlar düşer, tedavülden kalkmış ya da henüz gelmiş mallara kolayca ulaşılabilir.

Fikirden, etnik kimlikten, dinden, politik görüşlerden çok, aşinalığın önemli olduğu bölgelere ulaşırsan, yabancı da olsan korkma. Bir sokaktan binlerce kere geçersen, kim olursan ol, sokak köpekleri, pencereden çarşaf silkeleyen kadınlar, futbolcu olmayı kafaya koymuş ilkokuldan terk veletler, satıcılar, şiir ve şarkı satıcıları ve dilenciler seni kabullenir. İster istemez sen de onları kabullenirsin. Ama aşinalık bitince, hayat da biter. Kimse gidenin arkasından hiçbir şey hatırlamaz.


“Bu şehrin yazı kışı yoktur, lodosu ve poyrazı vardır”

Bu şehirde yaşayan birinin lodosun ne olduğunu anlayabileceği tek yer vapurdur. Vapura binmeyen lodosla poyrazın farkını anlayamaz.

Ruhumuzu bedenimizde tutan şey meğerse poyrazmış

Lodoslu bir vapurda insanları gözlemeye bayılır. Konuşmalar yavaşlar, ruh bedenden kopar ve yavaş yavaş derinlere çekilir, bıraktığı boşluğu tarifsiz bir belirsizlik ve kabullenme duygusu doldurur. Ufuk çizgisinin aynı anda hem aşağıda hem de yukarıda olabileceğini görmek, sanki hayat bir kuş olacak da, içinizden uçup gidecekmiş gibi bir his yaratır. Şimdiye kadar herhangi bir konuyla ilgili ulaştığımız tüm sonuçlara, ufuk çizgisi sabit tutularak varılmıştır. Lodos bütün teorileri alt üst eder. Her şey yeniden düşünülmelidir. Kuvvetli bir lodos “Ruhumuzu bedenimizde tutan şey meğerse poyrazmış,” dedirtir insana.


İkinci Mahmut Türbesi

İkinci Mahmut Türbesi’nin içindeki mezarların arasında dolaşmak ona haz verir. “Acaba Abdülaziz, Mithat Paşa tarafından öldürtülmüş müdür, yoksa intihar mı etmiştir?” diye soran biri hala varsa odur. Rodosizade Ahmet Fehim Paşa‘nın mezarı buradadır! Hani şu Cemile Sultan‘ın kocası Mahmut Celalettin Paşa‘nın babası olan Tophane müşiri, Taif’te Mithat Paşa ile birlikte boğdurulan Ahmet Fehim Paşa! Acaba Abdülhamid onunla birlikte aynı türbede yatmaktan mutlu mudur? Yoksa bu mezarlık, gezenlere “İster katil ol ister maktul aynı yolun yolcularısınız,” dedirtmek için mi inşa edilmiştir?

Peki Ermeniler tarafından Roma’da öldürülen Sadrazam Sait Halim Paşa, Ermeni Mimar Ohannes Usta‘nın yaptığı bu türbede yatmaktan şikayetçi midir? Biraz ileride Türkçü şair Ziya Gökalp! İslamcı Halim Paşa ile aynı mezarlığı paylaşmaktan sıkılıyor mudur? Ya İttihatçılar tarafından öldürülen Serbesti gazetesinin yazarı Hasan Fehmi, İttihatçılarla birlikte yatmaktan hoşnut mudur?

Sanki hepsi birdenbire oracıkta ölmüş ve başka yere kaldırma imkanı olmadığından bulundukları yerlere gömülmüş gibi duran bu garip karışımı kim yaratmıştır?

İşte Hanım Sultan Fatma Gevheri! Hani Abdülaziz‘in torunu olan! İnanmıyorum, Seyyid Bey de burada! O müthiş “Hilafetin Mahiyet-i Şahsiyesi” adlı konuşmayı yapan İzmir mebusu hukukçu, Malta sürgünü! Hilafeti kaldıranlarla halifeler bir arada! Gerçekten gözden düştüğü için mi akademisyenliğe dönmüştür acaba?

Mahmut Paşa da burada yatıyor! Türk musikisi repertuvarını toplayarak notaya dönüştüren, Kaptan-ı Derya Mehmet Ali Paşa‘nın oğlu Köprülü Yalısı sahiplerinden, Abdülmecid’in kızı Reşa Sultan‘la evlenen Mahmut Paşa!

Serez eşrafından Şeyh Bedreddin‘in sonunda buraya gömülmesine ne demeli? Ünlü komünist şair Nazım Hikmet‘in destanını yazdığı, kemikleri oradan oraya taşınarak bir türlü gömülecek bir yer bulamayan Şeyh Bedreddin. Bir isyankar ile Osmanlı padişahlarının bir arada yatması tuhaf değil mi? Destanını yazan şairin kemikleri de bir gün Moskova’dan getirilip uygun bir çınar ağacı dibi bulunamadığından oradan oraya dolaştırılıp sonunda buraya gömülmesin sakın? Nazım Hikmet burada sıkılmaz. Belki de biraz ileride yatan şair Muallim Naci‘yle uzun uzun şiir kavgaları yapar. Muallim Naci, isminin verildiği caddede Reinalar, Zihniler, Lailalar gibi İstanbul’un en sosyetik barlarının olduğunu bilseydi ne düşünürdü acaba?

Ah Sadullah Paşa ah! Sen de mi buradasın? Gerçekten oda hizmetçisi Anna Hanım’ın senden hamile kaldığını öğrendiğin için mi intihar ettin? “Bir çocuğun doğması korkusu”, “ölüm korkusu”ndan bile daha büyük olabiliyor demek.

Sanki hepsi birdenbire oracıkta ölmüş ve başka yere kaldırma imkanı olmadığından bulundukları yerlere gömülmüş gibi duran bu garip karışımı kim yaratmıştır?

Mezarlığın duvarındaki çeşmenin üzerine küreselleşmeyi simgelediğini düşündüğü küreyi kim koymuştur?

Yoksa asıl amaç küreyi mi koymaktır?

Çeşme sonradan mı gelmiştir?

Kürenin uzun zaman ortalıkta görünmemesini kime borçluyuz acaba?

Uyku Şehir – Behiç Ak

Remzi Gokdag

Remzi Gökdağ gazeteci, yazar ve dijital yayıncıdır. Başka Şehirler, Sevgili İstanbul, Amerikan Medyası’nda 11 Eylül ve Park Otel Olayı kitaplarının yazarıdır.

Başka Şehirler
eski tadı olmayan yeni eğlenceler
Önceki Yazı

Eski tadı olmayan yeni eğlenceler