İstanbul Entrikaları


Barry Rubin’in İstanbul Entrikaları adlı kitabında soğuk savaş yıllarında İstanbul’da yaşanan enteresan olaylar anlatılıyor. Kitapta, casus maceralarının yanında ilginç İstanbul izlenimleri de var.

Kitabın ikinci bölümünün adı İstanbul’a yolculuk. Bu sayfalardan bazı notlar aşağıda…


“Küçük, pis ve eski Rumen gemisi, Karadeniz’ den güneye istim aldı. Mavi Boğaz’ın küçük dalgalarından parlak ışıklarla yansıyan güneş, İstanbul’un minarelerini ve cami kubbelerini ışıldatıyordu. Sol yandaki Asya tepeleri ve sağ yandaki Avrupa yükseltileri üzerindeki eski taş yapılar, sürekliliğin sıcak aydınlığını yansı­tıyordu. Bu barıştı, parlak ve sessiz barış. Garip, rahatsız edici ve utanç vericiydi … Beni huzursuz etti. O kıyılardan korku ve zulmün sarsıntılarının ve ölümün kokusunun gelmemesi, doğal değildi.”

CBS radyosu muhabiri Cecil Brown, İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’a gelişini günlüğünde böyle anlatıyordu.

Kuzeye doğru, Boğaz’ dan gemiyle bir saatlik uzaklıkta Rusya vardı. Batıda yalnızca iki saatlik otomobil yolculuğuyla Bulgar sınırı başlıyordu. İstanbul hala barış içinde bir kent olarak kalmış­tı. Ama cehennemin kıyısındaydı. Savaş yıllarında İstanbul’un en iyi oteli olan Park Otel’in ardeko stilindeki büyük yemek salonu, İngilizlerle Almanların, Amerikalılarla Japonların, Macarlar ve Yunanlıların, iş adamlarının, askerlerin, gazetecilerin, diplomatların ve her ülkeden, her biçimde casusun birbirini masadan masaya izlediği bir ateşkes bölgesiydi. Yemekler güzeldi, savaş döne­minin kısıtlamaları yoktu ve yandaki ahşap lambrili barda içki su gibi akıyordu.

Badana sıvalı Park Otel’in önündeki geniş Ayaz Paşa Bulva­rı’nın karşısında Alman Konsolosluğu vardı. Büyükelçi Franz von Papen, çalışma odasından hem otelin hem de gerisindeki Boğaz’ın güzel manzarasını seyredebiliyordu. Balıkçı tekneleri, kaba yük gemileri ve yolcu gemileri kuzeye, güneye ve Asya ile Av­rupa kıyılarına gidip geliyordu. Gemiler hiç bitmeyen bir vals sürdürüyordu. Uzakta, Şemsi Paşa ve Mehmet Paşa camilerinin arkasından, Anadolu’nun yeşil tepeleri yükseliyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde kentte ve çevresindeki köylerde yaklaşık 7 40 bin kişi yaşıyordu.

İstanbul, eski imparatorluk başkenti Konstantinopolis ve Bi­zans olarak doğan eski yükselişlerin değerli bir veliahdıydı. Dün­yada başka hiçbir kent, Boğaz boyunca uzanan tepelerden daha güzel ya da stratejik olarak daha güçlü bir konumda değildi. Su yolu, güçlü ve geniş bir nehir gibi, şarap koyuluğundaki Karade­niz’ den, güneye Marmara Denizi’ne ve oradan da Akdeniz’ e uza­nıyordu. Gırtlağın iç bölümünü çağrıştıran ve hiç de şiirsel olmayan “Boğaz” sözcüğü, su yolunun değerini tam olarak anlatan bir sözcüktü. Hem Asya, Avrupa ve Ortadoğu arasındaki anakara yo­lunu, hem de Güney Rusya’nın girişçıkış kapısını denetlediğin­den, bu kent uğruna çok savaşılmıştı.

Bir zamanlar Eski Yunan’ın büyük kentlerinin ve sayısız burç­larıyla Truva’nın boy attığı Asya yakasını, her plajda güzel balıkları ve midyeleriyle ünlü köyler bezemişti. Argonotlar, Altın Post’u aramak için Boğaz’ın yukarılarına açılmıştı. Güçlü akıntı­lar, Asya tatlı sularının saf pınarlarının, terk edilmiş saray ve ka­le yıkıntılarının, Bebek köyünün, lüks yat kulübünün ve yabancı elçilik yazlıklarının, dar yolların, genç prensler ve tüccara ait tah­ta antik konakların, eski sultan saraylarının ve kudretli büyük ca­milerin yanından geçiyordu.

Kentin su yolları “Y” harfini andırıyordu. Harfin kuzeydoğudaki uzun kolunu oluşturan Boğaz, çoğu yabancının yaşadığı modern Beyoğlu semtinden, dik sokakları ve birbirine kenetlenmiş evle­riyle eski Galata’ dan akıyordu. Orada, daha kısa olan sol kolla; kuzeybatıya 7 km uzanan dar ve doğal bir kanal olan Altın Boynuz’la birleşiyordu. 1635’te Fransız bir gezgin, buranın “Avrupa’nın [li­manlarının] en iyisi, en derini ve en kullanışlısı” olduğunu yazmış­tı. “Y” harfinin ayağı güneyde, Akdeniz’ e geçişin sürdüğü Marma­ra Denizi’ydi.

İstanbul, aklın alabileceği bütün doğal üstünlüklere sahipti. Karadeniz’i Akdeniz’ e birleştirirken Avrupa, Asya ve Ortadoğu’nun strateji ve ticaret kavşağında yer almıştı. Taze pınarları, bol balığı ve genelde ılıman iklimi vardı. Kar ender olarak yağar­dı ve yaz sıcağı, serin esintilerle kesilirdi: Ne bir kent ne de bir imparator, bundan fazlasını isteyebilirdi.

Roma İmparatoru Konstantin kenti, MS 413’te, ülkesinin Doğu Roma İmparatoru Konstantin kenti, MS 413’te, ülkesinin Doğu eyaletlerinin başkenti olarak kurmuştu. İmparatorluk bölündükten sonra İmparator III.  Theodosios, Konstantinopolis’i ayakta durmayı sürdüren ve Yunanca konuşan Bizans İmparatorlu­ğu’nun başkenti Bizantium olarak büyütüp, yeniden inşa etti. Bundan sonra, bin yıl boyunca berkitilmiş surlar, sayısız saldırı­ya direndi: 478’de Gotlar, 616 ve 626’da Persler, 668’de ve 716’dan 718’e dek Araplar, dokuz ve on birinci yüzyıllar arasında dört kez Ruslar ve 1422′ de Türkler. Kent yalnızca 1402′ de o da sözde Müslüman işgaline karşı kendisini savunmaya gelen açgözlü Hıristiyan Haçlılarca ele geçirilip yağmalandı.

Bizans’ın gücü, iç bölünmeler ve Osmanlı Türklerinin Batı’ya ilerlemesi sonucu azaldı. Ülkenin karmaşık, komplolarla dolu siya­seti “Bizans oyunu” terimini dünyaya armağan etti. Kent 1453’te, güçlü Sultan il Mehmed önderliğindeki Türklerce yeniden kuşatıl­dı. Kentin yiyeceğinin sağlandığı ekili alanlar ele geçirildi ya da ate­şe verildi. Bizanslılar, Osmanlı donanmasını sokmamak için Altın Boynuz’u zincirle kapatınca, Sultan yetmiş gemi yapılmasını em­retti ve bir mayıs gecesi bunları tepelerden aşırdı. Sanki büyü ol­muş gibi, Türk donanması şafakta Altın Boynuz’da göründü. Bağ­lantıları kesilen ve dört bir yandan saldırıya uğrayan Bizans, ölü­münü bildiren çan sesleri arasında düştü. Mehmed kente gururla girdi ve bundan sonra Batı’ da “Fatih” olarak bilindi.

Ancak kent, bu yenilgiden zarar görmedi. İstanbul adıyla, Os­manlı İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Mehmed ve halefleri, ko­mutanlık dışında, iyi birer şehirci olduklarım da kanıtladılar. 538′ de yapılmış olan Ayasofya katedrali, camiye dönüştürüldü. Dev yeni camiler ünlü Mavi Cami, Fatih, Süleymaniye, Kariye ve Kocamustafapaşa yan yana uzanan tepeler üzerine yapıldılar.

Bizans imparatorunca on üçüncü yüzyılda Cenevizli tüccara verilen Galata semti, ticari merkez olmayı sürdürdü. 1492’de Hı­ristiyan engizisyon unca İspanya’ dan kovulan Yahudiler hoş kar­şılandı ve kendilerine iyi davranıldı. Kapalıçarşı kalkındı; harem­li ve hazine daireli saraylar yapıldı. İmparatorluğun zenginliği İs­tanbul’ a aktı; sanatçılar, zanaatkarlar kenti bezediler. İstanbul ka­pılarından çıkan ordular, güneyde Mısır’ dan doğuda Pers İmpara­torluğu sınırına, batıda Viyana kapılarına kadar uzanan bütün toprakları fetih için yürüdüler.

Kent, imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı sonunda çöküşüne dek geçen 450 yıl boyunca gelişti. Almanya’yla müttefik olan Osmanlılar, korkunç bir yenilgiye uğradılar. Milyonarca Türk savaş, hastalık ve açlıktan öldü. Geniş Hıristiyan Ermeni azınlığın çoğu, Müslümanlarca katledildi ya da kaçtı. İngilizler ve Fransızlar Arabistan’daki toprakları ele geçirip, İstanbul’u 1919′ da işgal ettiler ve kendilerine kukla bir sultan buldular. Türkler, kendilerine kimlik ve kurumlar veren neredeyse bin yıllık imparatorluğu yitirmişlerdi. Geride kalan toprakların çoğunu da Yunan ordusu işgal etti.

Bu ulusal felaket anında Mustafa Kemal Paşa, ülke içlerinden direniş başlatıp, Yunan ordusunu dışarı attı ve 1920’lerin başında bir cumhuriyet olarak Türkiye’yi kurdu. Tümüyle yere serilmiş ülke için yalnızca bir kurtarıcı değil, onu modern bir ulus yapma­ya kararlı bir reformcuydu. Yeniliklerinden biri, o zamana dek ih­mal edilmiş Anadolu’yu kalkındırmak için Ankara’yı başkent ola­rak İstanbul’a yeğlemekti. 1919’da “Bundan sonra” dedi, “İstan­bul Anadolu’yu değil, Anadolu İstanbul’u denetleyecektir.” Böyle­ce İstanbul’un başkent olarak 1 500 yıl süren saltanatı sona erdi, ancak ekonomik ve kültürel gücü sürdü.

Yakışıklı önder, iktidar ve otorite ışıkları · saçıyordu. Sınırsız enerjisiyle bütün gece içki içip kağıt oynar, kısa bir uykudan son­ra ulusun işlerini yapmaya kalkardı. 1921 ‘de bir ABD deniz suba­yının tanımına göre, “Çıkık elmacıkkemikleri, biraz çökük yanak­lar, çok kısa kesilmiş kızıl kahve bıyık, çelikten mavi gözleriyle çarpıcı bir gençliği vardı. Yüzü entelektüel değil, ancak ince ve cı­va gibi. Aman vermezliğin sınırsız olasılıkları, hatta insafsızlıkla (karşısındakinin düşüncelerini okuma yeteneğiyle) ve büyük bir geniş görüşlülükle yoğunlaşma duygusuna kapılabiliriz.”

Üstlendiği göreve gösterdiği mutlak inanç, bezgin ve şaşkın halkı harekete geçirdi. Arkadaşı İsmet İnönü’nün de yardımıyla, ülkeyi yeniden imara ve yeni görüntüsünü pekiştirmeye başladı. Önceleri “Türk” ı geri taşralılar için kullanılan bir hakaret sözüy­dü. Üst düzeydekiler kendilerini Osmanlı sayıyor; çoğunluk, ken­dini Müslüman olarak niteliyordu. Artık yeni bir slogan vardı: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”

“Artık Batı’ya bağlıyız ve yeni alışkanlıklar kazanmalıyız” dedi önder. Türk dili yalınlaştırıldı ve Arap harfleri yerine Latin harf­leriyle yazıldı, Müslüman din adamlarının gücü kırıldı, yasalar ye­niden yazıldı ve kadınların peçe takması yasaklandı. Yeni önde­rin, “bilgisizliğin, bağnazlığın, ilerlemeye ve uygarlığa düşmanlı­ğın simgesi” olarak nitelediği sipersiz şapka, fes, Avrupa stili şap­kalarla değiştirildi. İlk kez, herkesin bir soyadı taşıması kararını aldı. Önerilen soyadlarının listesi her yere asıldı. Meclis, önder için “Türklerin babası” anlamındaki “Atatürk” soyadını kabul et­ti. Parlamenter bir yönetim kuruldu, ancak tek parti vardı ve Ata­türk devletin sorgulanmaz sahibiydi.

Bütün bu değişimle bile İstanbul, Batılılar için egzotizm ve romantizmin sembolü olarak kaldı. İstanbul’u ziyaret etmek iste­yenler için romantik yol, dünyanın en ünlü treni “Orient Exp­ress”ti. Paris’ten İstanbul’a haftada iki kez sefer yapan ekspres, 7 ülkeyi aşan 3 500 km’lik yolculuğu 56 saatte tamamlıyordu. Yol­cuları arasında imparatorlar ve dolandırıcılar, diplomatlar ve mihraceler, casuslar ve diplomatik kuryeler yer alırdı. Bulgaris­tan Kralı Boris, ünlü metresi Magda Lupescu’yla birlikte Roman­ya Kralı Carol, tren ülkelerinden geçerken kimi zaman makinist­lik yaparlardı. Milyoner silah tüccarı Basil Zaharoff ve dünyanın en varlıklı kişisinin oğlu Calouste Gulbenkyan, sık seyahat eden yolculardandı ve trende tanıştıkları kadınlarla evlenmişlerdi.

Agatha Christie, Graham Greene, Erle Abler ve John Dos Pas­sos, trenin esin verdiği yazarlar arasındaydı. Dos Passos, Doğu’ya seyahati, belgesel filmlerin şiirselliğini taşıyan belirgin üslubuyla şöyle anlatmıştı:

“Günden güne tepeler çıplaklaşıyor ve kurulaşı­yor ve tren daha yavaş yol alıyor ve istasyon şeflerinin bıyıkları da­ha daha uzuyor ve üniformaları daha daha şekilsizleşiyor; ta ki, so­nunda parlak yeşil deniz ile güneş yanığı sarı tepeler arasında kıv­rılıyoruz. Birden tren kirli sarı renkte yıkık duvarlar arasında sıkı­şıyor, raylar çöp tepeleri, selvi ağaçları arasından geçiyor. Tren ar­tık zorlukla ilerlemektedir. Kör bir hattaymış gibi, belli belirsiz du­ruyor. Burası mı? Hayır, evet burası olmalı … Konstantinopolis!”

Kentin, tren percerelerindeki ilk manzarası Yedikule’ydi. Son­ra Marmara Denizi ve büyük camiler görünürdü. Tren Saraybur­nu’nu döndüğünde, sultanın eski hareminin ve on beşinci yüzyıl­dan kalma Topkapı Sarayı’nın yanından geçerdi. Ahşap evlerin, camilerin ve sarayların duru çizgilerinde bir büyü vardı. Tepeler mavi suların, uzun mezar taşlarının üzerindeki taştan türbanlarıy­la eski Osmanlı mezarlıklarının ve bütün dünyayı bezemeye yete­cek altın, mücevher ve halıyla dolu Kapalıçarşı’nın şaşırtıcı man­zaralarına yol veriyordu.

Kentin gerçek tutkunlarından biri, orta halli evi, Park Otel ile Von Papen’in konsolosluğunun birkaç sokak ötesinde bulunan Angelo Giuseppe Roncalli adlı toparlak, küçük İtalyan köylüsüy­dü. Roncalli sık sık Orient Ekspress’le yolculuk yapardı. “Trende” demişti, “dinlenir, okur, dua eder, doğanın güzelliklerini ve deği­şik insanları izlersiniz.”

Vatikan’ın elçisi, İstanbul’da sayıları çok az olan Katoliklerin rahibiydi. 1939’da elli sekiz yaşında olan Roncalli, ailesinin dört buçuk yüzyıldır yaşadığı bir İtalyan kö­yündendi. Masasında yalnızca akraba fotoğrafları ve kısa dalga yayınları izlemek için Phillips marka bir radyo dururdu. Rahip üniforması giymesi, Türkiye’nin laik yönetimince yasaklanmış olan Roncalli, sıradan bir palto, modası geçmiş bir takım elbise ve melon şapka giyerdi. Ancak gösterişsiz alışkanlıkları, güller ve manolyalarla dolu bahçesiyle mutlu olmasını önlememişti.

Roncalli’nin basit ve içten dindarlığı, alçakgönüllü geçmişinde köylü çocuğu olmasından, burslu okumasından, Birinci Dünya Savaşı’nda hastane hademeliği ve vaizlik yapmasından miras kal­mıştı. Bu deneyimden, yenilik yanlısı ve İtalya’da yeni başlayan Hıristiyan demokrat akımın destekçisi olarak çıkmıştı.

Uzun yıllar sonra, Papa XXIII. Johannes olarak inançlarını uy­gulamaya koyacaktı. Ama Roncalli şimdi gözden düşmüştü. 1925’te, kilisenin çok iyi anlaştığı İtalyan diktatörü Benito Musso­lini’yi eleştiren bir konuşma yapınca, Roncalli önce 10 yıllığına Bulgaristan’a, sonra da İstanbul’a sürüldü. Rum Ortodoks ve Müslüman topraklarında geçirdiği yıllar, dini görüşlerini evren­selleştirecek, sürüldüğü ülkelerde bir Vatikan prensinin değil, bir kilise rahibinin bakış açısını kazanacaktı.

Yine de İstanbul’daki yıllarında, Roncalli’nin meslek geleceğine ilişkin beklentileri, daha zayıf olamazdı. İstanbul’a geldikten sonra kendisini günlük tutmaya yönelten, yalnızca alçakgönüllülük değildi: “Çok az şey başardım. Tanrı önünde kendimi sıradan ve utanç içinde hissediyorum. Ancak geleceğe ağır başlılık ve güvenli bir hu­zurla bakıyorum.” Roncalli, küçümseyen bir mizah anlayışıyla ken­disini “Vatikan’ın Ortadoğu’daki postacısı” diye nitelemişti.

Günlüğünde “Türklerden çok hoşnutum” demiş ve eklemişti “bir çile uygulaması olarak, Türkçe öğrenmeyi özellikle istiyo­rum.” Her gece Boğaz’da ışıklar içinde yüzlerce balıkçı teknesini izlerken esinlenmiş, yağmur altında bile çalışan balıkçıların neşe­si üzerine şunları yazmıştı: “Ah, bu örnek karşısında biz rahipler, ‘insanlık balıkçıları’ ne çok utanç duymalıyız. Biz de Boğaz’ daki balıkçıların yaptığını yapmalı, fenerlerimizi yakıp, kayıklarımızda gece gündüz çalışmalıyız.”

Ancak Roncalli, savaş ve diktatörlük dolu bir dönemin trajedi­sinden de ders almıştı. “Bir devletin büyüklüğü” demişti, “askeri harekatları, diplomatik anlaşmaları ya da ekonomik başarılarıyla değil”, yalnızca “hukukunda somutlaşan adaletle” ölçülebilirdi. Bir zamanlar İstanbul’ da hüküm sürmüş, ama şimdi yok olmuş Yunanlılar, Romalılar ve Osmanlıların kalıntıları arasında, Kato­likliğin; geçmişin boyun eğmeyen ancak ölümlü imparatorlukla­rına öykünerek değil, yalnızca değişen zamanlara uyarak yaşaya­bileceği sonucuna varmıştı.

Roncalli, İstanbul’da ruhani dersler ararken, daha dünyevi ko­nuklar da kenti, romantizmin canlandığı bir yer olarak görmüş­lerdi. Macar bir yazar, kentin eski mahallelerinde büyüleyici gün­batımını şöyle anlatmıştı:

Sıkışık biçimde yapılmış, kapalı bal­konlarıyla harap Türk evleri, ilkel kervansaraylar, modern bina­lar, kiliseler ve bütün çağlardan kalma yıkıntıların karmaşası; bü­yük meydanlar ile dar, dolambaçlı ve kötü kaplanmış sokaklar boyunca kalabalık ve başıboş büyümüş; bu da Ayasofya ve Mavi Cami’nin yoğun kubbeleri ve kusursuz minareleri [altında] bin­lerce yıllık ihtişam ve sefaletin siluetini çiziyor.”

Amerikalı bir deniz subayı da şöyle şiirleştirmişti: “İstanbul’u çok değişik noktalardan gözledim; Haydarpaşa’dan sabah sisinde bir Doğu masalından çıkmış kent iken; Mavi Cami’nin minaresin­den gün ortasında, Canaletto imzalı bir tablo gibi katı ve net iken; Topkapı’dan günbatımında kuleler ve minareler garip gölgeler düşürürken. Benim için, Tanrı vergisi konumuyla kutsanmış el emeği camileri ve saraylarıyla muhteşem; çeşitliliğiyle büyüleyi­ci; sessiz bahçeleri ve uğultulu kalabalıklarının karşıtlığıyla gi­zemlidir ve dünyanın en güzel kentidir.”

Daha kuşkucu olan New York Times gazetesi muhabiri C. L. Sulzberger İstanbul’u, “On altı yüzyılın imparatorlukları üst üste yı­kık bir karmakarışıklık üzerine yığılmış, açıkta akan sular ve gece­kondu pisliğiyle çevrelenmiş ve minarelerin süngüsüyle delinmiş bir kent” olarak anlatmıştı. Cumhurbaşkanı Atatürk bazı yenilikler getirmişti: Bahçeler, Taksim Meydanı, tramvay ve otomobillerin iş­lediği düz, modern caddeler. Bunlardan en önemlisi İstiklal Cadde­si’ydi. Ayasofya, şimdi laik bir simge olarak camiden müzeye dö­nüştürülmüştü. Sultan’ın sarayları Ortadoğu biçimli Topkapı ve Av­rupa biçimli Dolmabahçe cumhuriyetçiliğin simgesi olarak ·müze yapılmıştı. 1453’te din okulu olarak açılan İstanbul Üniversitesi, modern öğrenim ve bilimi yaymak için yenilenmişti.

Halkın düzenli, disiplinli karakteri, Atatürk’ün yönetimini ko­laylaştırmıştı. Bir İngiliz istihbarat raporunun doğru olarak yazdı­ğı gibi, “Türkler doğal bir onur, kendini denetleme ve kibarlık mi­rası almışlardır. Ama adaletsizlik ya da hakarete şiddetli tepki gösterirler. Büyük kişisel cesaret, tutum, yiğitlik ve güvenilen li­dere bağlılık gösterirler.” Gururlu, inatçı, hiyerarşiye saygılı ve ağzı sıkıdırlar. Tehditlere pabuç bırakmayan Türkler, saldırıya geçmekte çabuk, ancak dostlukta kalıcıdırlar.

Ne var ki, bu askeri nitelikler, ilerlemeyi de sınırladı. Sultan’ın divanında olduğu gibi, kişisel başarı, güçlüden ihsan almaya bağlıydı. İkinci derecede memurlar, kendi başlarına iş yapmaktan korkardı. Amerikalı bir konuk, büyük bir hastaneyi başhekim eş­liğinde dolaşırken, bu sistemin nasıl işlediğini görmüştü. Çok sa­yıda sineğin, açık pencerelerden koğuşlara girdiğini gören ko­nuk, camları kimsenin kapatmamasına şaşırmıştı. Başhekim ise, işlerin böyle yürümediğini anlatmıştı. Yönetici bir şey emretmedikçe, ki buna pencerenin kapatılması dahildi, hiçbir hemşire ya da hademe kendiliğinden iş yapıp saygısızlık etmeyi aklının ucun­dan geçirmezdi.

Memurlar kimseye yetki vermez, sorumluluk almaktan da nef­ret ederlerdi. Bakanların neden her yaz tedavi için bir iki ay Av­rupa’ da kaldıkları sorulduğunda, bir Amerikalı diplomat şöyle açıklamıştı: “Başbakan tarafından azarlanmaktan ve kendi yar­dımcılarının sorunlarıyla uğraşmaktan, bakanların aşınıp eskime belirtisi göstermeleri şaşırtıcı değildir.”

Yabancılar konukseverlikle, ancak kuşkuyla karşılanırdı. Türk­ler gizlilikten hoşlanır, muhalefet edilmeye duyarlık gösterir ve hemen yıkıcılıktan kuşkulanırdı. Ordu harekatlarının ve hükümet toplantılarının en küçük ayrıntıları bile kıskançlıkla gizli tutulur­du. Her yerde hazır ve nazır olan gizli polis (Emniyet) herkesi ve her şeyi öyle sessizce ve etkili dinlerdi ki, diğer istihbarat servis­leri onun yanında amatör kalırdı. İstanbul’da otel, lokanta, elçilik, otobüs, tramvay görevlilerinden ve maaşa bağladığı diğerlerinden aldığı bilgiyle, yerleşik yabancılar ve turistler üzerinde ayrıntılı dosyalar tutardı.

İstanbul halkı, Doğu’nun ve Batı’nın etnik gruplarını ve kültür­lerini kendi içinde karıştırmıştı. Türkler, Avrupa giysilerini, adet­lerini ve laikliği tutkuyla benimsemişlerdi. Rum, Yahudi ve Erme­ni topluluklan da kendi gelenekleri, dilleri ve giysilerini koru­muşlardı. Protestanlarca yönetilen Robert Kolej’in bayrak yarışı şampiyonu atletizm takımı, bu karmaşayı yansıtır biçimde bir Türk, bir Rum, bir Ermeni ve bir Bulgar’ dan oluşuyordu.

Bu kozmopolit havada yabancı kuruluşlara, Türk siyasetine karışmadıkları sürece izin veriliyordu. Protestan Amerikalı mis­yonerlerce yönetilen Robert Kolej’ den başka, Alman, Fransız ve İtalyan okulları vardı. Faşist İtalyan ve Nazi Alman parti hücrele­ri, kendi yurttaşları arasında özgürce çalışabiliyordu; yabancı hü­kümetler para harcayıp İstanbul’ da kendi dillerinde gazete çıka­rıyorlardı. Uzun süredir İstanbul’a yerleşmiş “Levanten” İngiliz aileler, önceleri kentin ticaretinde, sonra da İngiliz diplomasi ve istihbaratında önemli rol oynadılar. İstanbul’ daki Amerikan toplumunda Socony Vacuum ya da Liggett & Myers Tobacco adlı şirketler için çalışan çok içki içte serüven düşkünleri yanında Amerika’nın orta batısından gelmiş dürüst ve ağzına içki koymayan misyonerler vardı. Her iki topluluğun üyeleri daha sonra ABD istihbarat operasyonlarına eleman vereceklerdi.

Yaz aylarında büyükelçiler Ankara’nın sıcağından İstanbul’un esintilerine kaçarlardı.

Türkler iyi asker olmalarına karşın, askeri gereçleri çağın gerisindeydi. İstan­bul’un ahşap evleri hava bombardımanı sırasında büyük bir yangın felaketiyle çıra olmaya adaydı. Ülkenin malzeme stoku yoktu. Bu yüzden Türkler, Birinci Dünya Savaşı’nda ordusunu eğiten ve müt­tefiki olan Almanya dahil, bütün güçlerle iyi geçiniyordu. Naziler 1937’de, ihraç ürünlerinin yüzde 37’sini satın alarak Türkiye’yi Al­manya’ya ekonomik olarak bağlamak istiyorlardı.

Moskova’ya duyulan korku ve nefret, Türkiye’nin Londra ve Berlin’ e yanaşmasının altındaki gerekçeydi. Türk anneler, yara­mazlık yapan çocuklarını, Rusların gelip kendilerini kaçıracağını söyleyerek korkuturdu. Ancak bu yaklaşımın kaynağı, Rusya’nın komünist ideolojisinden çok tarihi tutkularıydı. Türkler, çarların sürekli güneye ilerlediğini hatırlıyordu. On sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllardaki bir düzine TürkRus savaşı Türklere çok geniş top­raklara mal olmuş, Rus işgalindeki bölgelerden yüz binlerce Türk göç etmişti. Moskova, Rusya’nın güney kanadının anahtarını elin­de tutan İstanbul’u ele geçirip Boğaz’a egemen olmak istemişti. Türkler, Sovyet devriminin bu hedefleri değiştirmediğini biliyordu.

1930’ların sonunda Türk liderler, güçlü bir Almanya ve SSCB etki alanlarını genişletmeye çalıştıkça, kendi ülkelerinin tehlike­de olduğunu biliyorlardı . Balkanlar diye anılan güneydoğu Avru­pa, yine 1914’te olduğu gibi bir barut fıçısıydı. İngiltere ve Fran­sa, 29 eylül 1938’de batı Çekoslovakya’yı Münih’te Hitler’e verdi­ler. İngiliz Başbakanı Neville Chamberlain bu ödünün “bu zama­nın barışını” koruduğunu duyurdu. Buna karşın Türkiye gibi kü­çük ülkeler, büyük güçlerin Çekoslovakya’ya ihanetini, kendi ölümlerinin yaklaşan habercisi saydılar.

Winston Churchill, “Nazi zorbalığınca tehdit edilen ve birer bi­rer yutulacak küçük devletlerle” İngiltere’nin ittifak yapması ge­rektiğini savunuyordu. Ancak iktidarda değildi ve İngiltere’nin Hitler’i yatıştırma siyasetinin dışındaydı. Londra başka türlü dav­ransa bile, Balkan devletleri direnmek için kendi başlarına çok zayıftı ve bölünmüştü. Bu tehlikeler ortasında ulusu, ancak Ata­türk’ün işbaşında olması yatıştırıyordu. İstanbul’ da Atatürk’ün hasta olduğu söylentileri yayılmaya başladığında, hükümet bun­ların yazılmasını yasakladı. Ekim 1938′ deki bir törene Atatürk’ün katılmadığım yazma cüreti gösteren bir _gazete üç ay kapatıldı.

Ancak Atatürk’ün hastalık haberlerini sansürlemek, sağlığım korumaya yetmedi. 58 yaşındaki Atatürk, 10 kasım 1938’de sabah 10 sularında Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında öldü. Bütün ulus sarsıldı. İşyerleri tatil edildi ve her yer kapandı. İstanbul’da korkmuş, ağlayan insan kalabalığı sokaklara akıp saatlerce dolaştı. Kimileri huşu içinde Atatürk’ün yaşamöyküsünü dinlerken, kimi­leri de gazeteleri kapışıyordu. Bir Türk diplomatı günlüğünde, “Önderimizi çok kötü bir zamanda yitirdik” diye yazdı.

Çabucak bir lidere gereksinim vardı. Ertesi gün, 450 km doğu­daki Ankara’da Meclis, İsmet İnönü’yü cumhurbaşkanı seçti. Mantıklı bir seçimdi.

İnönü, Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara karşı savaşnuş ve Harbiye Nezareti’nde görev yapnuştı. Ancak 1919’da işgal edilin­ce, İstanbul’ da bir gün daha kalmayı reddetmiş ve Atatürk’ün mil­liyetçi birliklerine katılnuştı. İnönü bu orduda sürekli yükseldi ve Yunanlılara karşı, soyadım aldığı İnönü’de ordunun büyük zaferi­ni yönetti.

Cumhuriyet’in ilk on beş yılında İnönü, Atatürk’ün başbakanıy­dı. Atatürk’ün ölümünden birkaç ay önce iki gururlu adam, küçük bir konu yüzünden tartıştılar. İnönü istifa etti. Ancak araları açık­ken bile, Atatürk İnönü için iyi şeyler söylüyordu. İnönü cumhur­başkanı olunca, önde gelen siyasetçilerden biri günlüğüne şöyle yazdı: “Ancak bu noktadan sonra gerçek siyasal karakteri anlaşıla­cak. Çünkü şimdiye dek, neyi kendi başına, neyi Atatürk’ün girişimiyle yaptığı anlaşılmıyordu.” Yakışıklı ve enerjik Atatürk’le karşı­laştırıldığında İnönü sessiz, yalın ve tutucuydu. Atatürk köpürdü­ğü an, İnönü sabırlıydı. Atatürk’ün nitelikleri rejimi kurmak için yaşamsaldı; İnönü’nün nitelikleri ise pekiştirmek için.

Atatürk’ün tabutu, Dolmabahçe Sarayı’nın taht odasına yerleş­tirildi ve kentin dört bir yanından yüz binlerce kişi önünden geç­ti. 1 7 kasımda sarayın önündeki kalabalık öylesine karıştı ki, atlı polislerce dağıtıldı. Çıkan panikte on iki kişi ezilerek öldü. Çoğu Türk bunun, yaklaşan çöküşün bir belirtisi olup olmadığını dü­şündü. İki gün sonra cenaze töreni başladı. Törenlerle eski döne­min kapatılıp, ulusun yatıştırılması amaçlanmıştı. Atatürk’ün ta­butunu taşıyan top arabasını, Boğaz’a dek altı siyah at çekti. Bu­rada tabut, Asya kıyısına götürülmek için bir zırhlıya kondu. Zırh­lının çevresinde Türk donanmasının çoğu gemisi ile İngiltere, Al­manya, Fransa, SSCB, Romanya ve Yunanistan’dan savaş gemile­ri yer aldı. Asya kıyısında tabut, özel trene kondu. Tren, meşale­lerle aydınlatılnuş, çiçekler ve yas tutanlarca doldurulmuş istas­yonlarda kısa süreler durarak, ağır ağır doğuya yol aldı.

Tabutu, ertesi gün Ankara’da İnönü’nün başkanlığındaki bir grup karşıladı. Topluluk, isli meşale dumanlarının, göklerini acıyla kararttığı Meclis binasına yürüdü. İnönü Atatürk’ü, “milletimizin yetiştirdiği kahraman insan” diye nitelerken, askerler ağlıyordu. Dini tören yapılmamış, Atatürk’ün yeğlediği milliyetçi bir tö­ren hazırlanmıştı.

21 Kasım sabahında askerler, on amiral ve general eşliğinde Atatürk’ün tabutunu taşıyan top arabasını Ankara caddelerinden geçirip, mezarı yapılana dek yatacağı Etnografya Müzesi’ne çektiler. Caddelerdeki kalabalıklar soylu, ancak çağdışı kalmış süvarilerin öncülük ettiği, ardından büyükelçilerin ve kısa süre içinde birbiriyle savaşacak ülkelerden gelen küçük askeri birliklerin geldiği renkli geçit törenini sessizce izlediler. Arkadan İnönü, ba­kanlar kurulu, komutanlar ve yabancı diplomatlar geliyordu.

Türkler, toprağa vermiş de olsalar, Atatürk’ün ölmesine hiçbir zaman razı olmadılar. Dönemin bir siyasetçisi; cumhurbaşkanı olduğu yıllar boyunca İnönü için, “Atatürk adını her zaman her ağızdan duyacaktı” dedi. “Sanki hala Atatürk’ün gölgesinde yürü­yordu. Ve bu gölge giderek genişliyor, uzuyor ve kararıyordu.” Türkler, uluslararası bunalım çevrelerinde tırmandıkça “Ah Atatürk, sensiz ne yapacağız?” diyordu. Hükümet yası ve törenleri, olabildiğince uzatmıştı. Ve Atatürk’ün ölümüyle İnönü tehlike anında ülkeyi kurtarma sorumluluğunu üstlenmişti. Ve bu günler nasıl da tehlikeli olacaktı!

Barry Rubin- İstanbul Entrikaları

geri
Issız adada dört yıl!
Robinson Crusoe Adası

Issız adada dört yıl!

Geçenlerde bir sergide karşıma çıkan Robinson Crusoe'un orjinal baskısı beni bir

ileri
Rosetta Taşı’nın şifreleri

Rosetta Taşı’nın şifreleri

Antik Mısır yüzyıllar boyunca karanlıkta kalmıştı, ta ki Mısırbilimcileri teste


İlginizi Çekebilir