Onunla ne zaman tanıştığımı tam olarak hatırlamıyorum. Mekanın Beyoğlu olma ihtimali yüksek. Kitapçının raflarındaki yüzlerce kitap arasında gözüm onun kitabına takılmıştı. Rafların üst katında, göze hemen çarpmayan bir noktadaki kitabı elime aldım. Ýlk sayfalarına hızla göz attıktan sonra kasaya yönelip kitabı satın aldım.
Yağan yağmurla birlikte Taksim’e doğru yürürken iç cebime sakladığım kitapla birlikte onu okuyabilmenin heyecanını da taşıyordum. Kitabın adı Büyük Zen Düğünü’ydü yazarı ise Charles Bukowski ya da onu tanıyanların ifadesiyle Hank’tı.
Bukowski’nin diğer kitaplarını zaman içinde bir bir okudum, hakkında yazılanları gözden kaçırmadım. Aradan yıllar geçti. Beyoğlu’nun yağmurlu bir akşam saatinde tanıştığım yazar ile yollarımız Los Angeles’ın ıssız bir köşesinde yine bir araya geldi. Bu sefer mekan inanılmaz derecede sakin, hava güneşliydi. Etrafta ne kitap ne kitapçı ne de başka birileri vardı. Okyanusa bakan yamaçlarında yaşlı ağaçların gölgelendirdiği Green Hills mezarlığındaydım. Yazarın ölüm yıldönümünde onun mezarı başındaydım.
Los Angeles limanının Vincent Thomas köprüsüne bakan bu mekanı bulmak zor olmadı. Mezarlığın Okyanus Manzarası adlı bölümünü kısa bir araştırmadan sonra keşfettim. Ancak Charles Bukowski’nin mezarını bulmak için bir hayli uğraşmam gerekecekti. Uzun süren araştırmama rağmen onun adının yazılı olduğu mezar taşını bulamadım. Bukowski’yi birlikte ziyaret ettiğim arkadaşım onun sanki bizden saklandığını söylüyordu. Charles Bukowski hayatta olduğu zamanlarda olduğu gibi yeni yüzlerle karşılaşmaktan kaçıyordu sanki.
Dünyanın öbür ucundan gelen iki ziyaretçi onu bulmakta kararlıydı. Mezarı rastgele taşlara bakarak bulamayacağımıza karar verip mezarlık görevlilerinden yardım istedik. Yaşlı kadın görevliye onun adını söylediğimizde yüzünde bir gülümseme belirdi. ‘Demek Bukowski’yi arıyorsunuz. Onu bulmak pek kolay değildir, yardıma ihtiyacınız olacak’ deyip bize bir kroki uzattı. Þekilde Bukowski’nin mezarına nasıl ulaşacağımız ayrıntılı bir şekilde açıklanıyordu. Haritayı alıp tekrar Okyanus Manzarası adlı bölgeye gittiğimizde onun mezar taşını bulmamız zor olmadı. Okuduğum romanları ve şiirlerini tekrar hatırladım. Mezarının köşesinde oturduğum yerden onun yaşadığı hayatı gözümde canlandırmaya çalıştım.
Mutlu bir çocukluk dönemi geçirmemişti. Almanya’da doğmuş iki yaşındayken ailesiyle birlikte ABD’ye göç etmişti. Babasının baskısı yazarın sonraki yıllardaki yaşamına damgasını vuracak, onu toplumdan uzaklaştıracak, arkadaşlık ilişkilerini diğerleri gibi sürdüremeyecekti. Yaşamın kenarında, dışlanmışların arasında bir hayatın zorluklarına yazarak karşı koymaya çalıştı. Yazdıkları kısa sürede dilden dile ulaştı, kitapları elden ele ülkeyi dolaştı. ABD dışında da tanınmaya başlamıştı. Yazdığı kısa öyküler ve şiirler sıradan insanların her gün karşılaştıkları benzer deneyimleri içeriyordu. Onu ünlü kılan, kitaplarının Amerikan halkı arasında tutulmasını sağlayan özellik Hank’ın kendine özgü yalın ve sade üslubuydu. Bu üslup onu kısa sürede diğer yazarlardan farkı kıldı. O konuşulan dilde yazıyordu ve yazdıklarını anlamak için kimse sözlüğe bakmıyordu. Barları, kadınları, hayatın kenarında dolaşanları bir de Los Angeles’ı yazdı. Bu kenti bir kadını sever gibi seviyor, caddelerini bir bardak soğuk birayı içer gibi yaşıyordu. Yaşadığı deneyimleri, anıları en ince ayrıntılarına kadar yazmaya devam etti. Halkın onun yazılarını ve şiirlerini beğenmesine karşın elebiyat eleştirmenlerinin gözüne giremedi. Aslında onlar da Hank’ın umurunda değildi. Hayatı boyunca hiçbir zaman çok satanlar listesine giremeyen Hank’ın eserleri öldükten sonra kıymete bindi. Edebiyat çevreleri onun farklı üslubunun çağdaş Amerikan edebiyatında yer alması gerektiğine inandıklarında yazar hastanede ölüme meydan okuyordu.
Başaramadı…
1994 yılının 9 Mart günü Los Angeles’ın San Pedro kentinde öldüğünde beş kıtaya yayılan hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Aslında onun ölüme meydan okuyuşu genç yaşlarda alkole olan bağımlılığıyla başlamıştı. Hayatının bir bölümünün anlatıldığı Barfly adlı filminin galasında kendisine yöneltilen soruyu şöyle yanıtlamıştı: ‘Ben aslında içerek intihar ediyorum. Bunu da seviyorum. Kimi bir kutu hap içip bunu yapar kimi benim gibi kendini içkiye vurur. Bu bir anlamda uzun vadeli intihar teşebbüsüdür’. Bukowski’yi tanıyanlar onun içkiyi ne kadar çok sevdiğini de iyi biliyorlardı. O bu tutkusundan hayatının son günlerine dek vazgeçmedi. Almanya’da başlayan macera Los Angeles’ta noktalandı.
Yazar ile buluşmamızın mekanı olan Green Hills Mezarlığı’nın yamaçlardaki yüzlerce mezar taşı birbirine benziyordu. Siyah mermer üzerine yazılmış tarihler, isimler ve notların dışında. Charles Bukowski’nin mezar taşında da onun yaşadığı yıllar 1920-1994 tarihleriyle belirlenmişti. Ýsminin altında onun lakabı ‘Hank’ yazılıydı. En altta eldivenlerni giymiş, gardını almış bir boksörün profilden görüntüsünü andıran bir şekil vardı. Bu şeklin altında ise ‘Don’t Try’ Türkçe karşılığıyla ‘Deneme Yapma’ yazılıydı. Ölümünden sonra yazarın eşi Linda tarafından yapılan bir açıklamada mezar taşındaki bu mesaja da açıklık getirilmişti. Hank’ın geride bıraktığı sevenlerine son mesajı ‘Deneme yapma, amacını gerçekleştir’ olmuştu.