
Cumhuriyet Gazetesi’nde muhabir olarak çalıştığım günleri unutmayacağım. Hatırladıklarım sadece yaşanmış güzellikler değil. Gazetenin üstünde dolaşan kara bulutlara da tanık oldum. Özellikle 1992 yılında patlak veren tatsız gelişmeler o yıllarda Cumhuriyet ile yakından, uzaktan ilgisi olan herkesi etkilemişti. Ama sanıyorum kimse çalışanlar kadar etkilenmedi bu olaydan. Zirvede yaşanan çekişmeler sonucunda Cumhuriyet ağır yara aldı. Yaranın izlerini bugün hala taşıdığına inanıyorum. Olaylar nedeniyle okur protestosuyla karşılaşmıştık ve tirajda ciddi bir düşüş yaşanıyordu.
Her şey, gazetenin sahibi Nadir Nadi’nin ölümünden sonra başladı. İç çekişmeler yıllardır sürüyordu ancak Nadir Nadi hayattayken kimsenin böyle bir hesaplaşmayı göze alamayacağını biliyordu.
Hasan Cemal Genel Yayın Yönetmeniydi. Fakat bir de Yayın Kurulu adı altında bir yapılaşma vardı. Bu kurul Cumhuriyet’in temel politikasını belirliyordu, kurulun en güçlü ismi de hiç kuşkusuz İlhan Selçuk’tu. Cemal’in amacı yetkilerini daha rahat kullanacağı bir ortam hazırlamaktı, ancak Selçuk ve grubunun buna izin vermeyeceğini de biliyordu. Bu temel çekişme, Osman Ulagay’ın bir yazısının yayınlanıp yayınlanmaması tartışmasıyla patlak verdi. Bu aslında sorunun çok küçük bir parçasıydı ve iki grup arasındaki görüş ayrılığını gidermesi beklenen, gazetenin Nadir Nadi’nin ölümünden sonra en büyük hisse sahibi olan Emine Uşaklıgil tavrını Hasan Cemal’den yana kullandı. İlhan Selçuk ve grubu bunun üzerine istifa etti. Olay, detaylarına girmeden genel olarak buydu.
Hasan Cemal gazeteyi daha yenilikçi bir yapıya dönüştürmek, kadroyu değiştirmek, mizanpajı yenilemek istiyordu. İlhan Selçuk ile birlikte diğer yazar ve çalışanlar ise bunun Cumhuriyet’in çizgisini değiştirmek anlamına geldiğini, kimsenin buna gücünün yetmeyeceği görüsündeydi.
Tepede patlak veren bu kavganın gelişmeleri gazetenin koridorlarında kulaktan kulağa yayılıyordu. Herkes olayların ne gibi zararlar yaratacağının farkındaydı. Kadronun tamamını oluşturan bir bolumu istifa kararı aldığında olayın ciddiyetini herkes daha iyi anladı. Bir gün içinde gazete boşaldı. Cumhuriyet ile ismi özdeşleşmiş pek çok yazar, muhabir, teknik kadro Hasan Cemal ve grubunun tavrına böyle cevap verdi.
Toplu istifa olayını ögrendiğimde İSKİ’de donemin başkanı Ergun Göknel ile bir röportajdaydım. Döndüğümde neredeyse kimse kalmamıştı. Gördüğüm birkaç kişi ise raflarındaki eşyaları kutulara yüklüyordu.
Ben istifa etmeyip çalışmaya devam eden gruptaydım. Zirvede yaşanan bu kavga doğal olarak beni de etkileyecekti. İstifa ederek bir gruba bağlı olarak toplu bir hareketin içinde bulunmak istemiyordum. Ayrılanların hemen tümü yakından tanıdığım çok da sevdiğim kişilerdi. Benim mesleğe başlamama neden olan Yalçın Bayer’den şefim Kemal Küçük’e kadar saygı duyduğum, güvendiğim herkes Cumhuriyet’ten bir gün içinde ayrılmıştı ve benim çalışmaya devam etmem onlarla aramada bir soğukluğun yaşanmasına neden olmuştu. Adi konmamış bir tavırdı bu. Onlara ihanet ettiğimi hissetmiyordum, arkadaşlıklar, dostluklar devam edecekti bugüne dek de devam etti. İstifa ederek ayrılmamın Cumhuriyet’e yapılacak asil ihanet olacağını düşünüyordum. Bu karşıt grubun bir neferi olduğum anlamına da gelmiyordu. Tek düşüncem o günlerde benim için hayati önemi olan Cumhuriyet’i terk edemeyeceğim, ona ihanet edemeyeceğimdi.

İstifa olayından sonra Cumhuriyet belki de tarihinin en karanlık günlerini yaşıyordu. Her gün yazısını görmeye alıştığım Uğur Mumcu’nun ‘Gündem’i, İlhan Selçuk’un “Pencere”si yoktu, severek okuduğum yurtdışı muhabirlerinin pazar yazıları yayınlanmaz oldu. Karikatüristlerin o çizgilerinin yerine hiç de tanıdık olmayan yeni görüntüleri görür olduk. Sayfa düzeni değişmişti, bu bana göre olumlu bir değişimdi ve benim gözüme daha iyi görünüyordu ama içerik bomboştu. Herkes onlarsız Cumhuriyet’in Cumhuriyet olamayacağını biliyordu. Bu durum okur tepkisiyle de bütünleşti. Gazete okumama kampanyaları başlatıldı. Tiraj çok komik rakamlara düşmüştü. Cumhuriyet okuru gücünü burada çok acı bir bicimde gösterdi. Gazetenin gerçek sahipleri onlardı aslında. Sonraları çalıştığım hiçbir ortamda rastlamadım böyle bir okur kitlesine. Haberde bir imla hatası gördüklerinde ararlardı. Katılmadıkları görüş olduğunda gazeteyi telefon yağmuruna tutarlardı. Kapalıçarşı’dan Eminönü’ne yürürken uğrayıp cay içen hâl hatır soran okurlarla çok karşılaştım. Bu kitlenin tutumu yeni yöneticilerini de korkutuyordu.
İlk günlerde her zamankinden daha fazla çalışmamız gerekiyordu. Kadronun tamamına yakının ayrılması nedeniyle herkes her isi yapıyordu. Çok geçmeden yeni isimler gelmeye başladı. Bir süre sonra sistem rayına oturdu. Gazeteyi yapıyorduk ancak satacak kimse yoktu.
Bu durum birkaç ay böyle devam etti. Hissedarlar arasında yeni bir yönetim oluştu ve yetkiler Emine Uşaklıgil’in elinden alindi. Bu “yenilikçi” grubun da sonu oluyordu. Toplu istifa, boykot işe yaramıştı. Gazeteyi birkaç ay yöneten bu grubun artık gitme zamanı gelmişti.
Birgün masama oturduğumda bir zarf gördüm. Ayni zarftan her masanın üzerinde vardı. Emine Uşaklıgil imzalı bir veda notu vardı içinde. Özetle yönetimde devir teslim zamanının geldiğinden bahsediyordu ve istifa edip ayrılan grubun yönetime geri döneceğini yazıyordu. O gün kendisinden hiç de görmeye alışık olmadığımız bir tavırla çalışanlarla tek tek vedalaştı, ardından diğerleriyle vedalaştık. Yeni bir devir teslim töreni gibi birşeydi bu yasadıklarımız. Birkaç ay önce gazeteden ayrılan grup Cumhuriyet’e girdiğinde hemen hepsinde savaş kazanmış komutan havası vardı. Bir anda gidenlerden boşalan masalar kapıldı, görev dağılımı kısa surede yapıldı. Cumhuriyet eski kimliğine bürünmüştü ancak aldığı darbeyi üzerinden atması mümkün olmadı. Kaybolan tiraj bir daha hiç tutturulamadı. Ciddi gelir kaybı yaşanıyordu. Zaten istifa olayından sonra yaşanan mali bunalım nedeniyle maaşlarımızı alamıyorduk, bu durum devam etti. Beş parasız aylarca çalıştık. Bu arada istifa eden kadronun tamamı dönmemişti. Bir bolumu başka yerlerde ise başlamıştı, dönen ekip yaralı dönmüştü bir anlamda.
Birkaç ay bu durumda devam ettim çalışmaya ama huzursuzdum, eskisi gibi yaptığım ise konsantre olamıyordum. Yaşanan tatsızlıklar gazeteye ve kadroya olan güvenimi yıkmıştı. Cumhuriyete bu kadar zarar verdikten sonra yönetime geçip batan gemiyi kurtarma girişimlerine bürünmek bana samimi gelmiyordu.
Çareyi askere gitme kararı almakta buldum. Askerlik şubesine gidip işlemlere başladığımda gazeteciliğe 1,5 yıllık bir ara veriyordum.
“Unutmayacağız…”
Gazetede yaşadığım tatsız günler sadece bundan ibaret değil. Yaşadığım bir gün, 24 Ocak 1993, herkes gibi bende de çok derin bir iz bıraktı.

Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü gündü bu. Pazar günüydü. Her zamanki gibi gazete sessizdi. Birkaç kişinin dışında kimse yoktu ortalıkta. Ben istihbarat servisinde tektim ve gazetelerin Pazar eklerini okuyup bir yandan da polis telsizini dinliyordum. Öğle saatleri olsa gerek haber merkezi çalışanları ortalıkta yoktu. Yazı isleri kati garip bir sessizlik içindeydi. Arada bir telefon çaldıkça ben haber merkezi masasına gidip cevap veriyordum. Haber merkezindeki kırmızı telefonlardan biri yine çalıyordu. Arayan Ankara bürosundandı. Sesindeki paniği hatırlıyorum. Önce Haber Müdürü Mustafa Balbay’ı sordu yerlerinde olmadığını söyleyip kendimi tanıttım. “Uğur Mumcu’ya suikast yapıldığını ögrendik az önce” dedi. Soru soramadan telefonu kapattı. Şokla karışık bir panik duygusuydu o an yasadıklarım. Tek bildiğim Ankara’dan gelen bu mesajı gazetenin yöneticilerine duyurmam gerektiğiydi. Etrafta kimse yoktu, yemekhaneye doğru koşarken, teleks servisinden “flaş” haber geçildiğinde makinelerin çıkarttığı özel zil sesini duydum. Anadolu Ajansı olayı tek cümleyle geçiyordu. Olayı duyan herkes bir anda haber merkezinde toplandı, çok kalabalık değildi gazete ama teknik çalışanlardan gazetenin bekçilerine kadar o anda herkes ikinci kattaydı. Ankara ile bağlantılar kuruldu. İnsanların yüzünde sok vardı, kimse konuşamıyordu. Genel Yayın Yönetmeni Özgen Acar, haberin doğru olduğunu ve Uğur Mumcu’nun yaşamını yitirdiğini söyledi bize. Uzunca bir sure oturduğumuz yerde kaldık, gözleri dolanlar oldu, hıçkıra hıçkıra ağlayanlar vardı.
İlk soku yaşıyorduk ve Özgen Acar gazetenin yeniden hazırlanacağını herkesin bu konuda çalışması gerektiğini söyledi. Mumcu’nun arşivden yazılarını çıkarma isi bana verilmişti. Kısa surede çalışanlar Cağaloğlu’ndaki merkeze geldi. Her gelenin yüzünde ayni şok ifadesi vardı, kimse konuşmuyordu.
Arşivden döndüğümde gazetenin yazı isleri katında büyük bir kalabalık vardı, olayı duyan herkes Cumhuriyet’in Cağaloğlu’ndaki merkezine geliyordu, vali, belediye başkanı, sanatçılar, okurlardan oluşan büyük bir kalabalık vardı ikinci katta. Gelenler bahçede toplanmaya başladı. Kimse olayın doğru olduğuna inanmak istemiyordu.
Aksam oluyordu ve gazetenin bahçesini okurlar doldurmuştu. Küçük bir çocuk dikkatimi çekti o kalabalığın içinde. Babasının elinden tutmuştu. Gazete binasının bahçesindeki eski konağın ahşap cephesine elindeki tebeşirle bir şeyler yazdı.
“Unutmayacağız”
Gelenler gitmiyordu, gecenin geç saatlerinde bu kalabalık gazetede kalmaya karar verdi. Ertesi gün hava ağrırken koltuklarda, merdivenlerde oturan insanlar birkaç gün gazeteyi terk etmedi.
Uğur Mumcu ile ne yazık ki çok yakın bir ilişkim olmadı. Yalova’daki bir tarikatın haberini yaparken onu birkaç kez aramıştım, bana haberde adi gecen tarikatla ilgili bir dosya verdi, geçmişte bu konuyla ilgili yazılarını okumamı isterdi. Yine “İslami Kardeşler Örgütü’nün kasası olarak anılan bir kişiyle yaptığım röportajdan sonra beni arayıp adi gecen kişi hakkında bilgi istemişti. Bir de kuran kurslarıyla ilgili bir haberimi kösesinde kullanmıştı, bu telefon konuşmalarımızın dışında İstanbul’a geldiğinde birkaç kez yemekhanede karşılaşıp selamlaşmıştık. Onun yazılarını aralıksız okuyan biriydim. Gazeteyi ilk elime aldığımda yaptığım ilk is kösesini okumak olurdu. Onun ölümünden sonra çok şey değişti.
1993 yılının nisan ayında askerdim. Cumhuriyet’ten izinli ayrıldım. Bu ayrılık askerlik bittiğinde de devam etti. Döndüğümde gazetede daha fazla çalışamayacağıma karar verdim.
12 Eylül 1994 günü Cumhuriyet’in Genel Yayın Koordinatörü Hikmet Çetinkaya ile konuştuktan sonra istifa dilekçemi personel müdürlüğüne verdim. Kolay olmamıştı Cumhuriyet’ten ayrılışım. Başka bir ortamda gazetecilik yapmayı hiç düşünmemiştim. Eminim Cumhuriyet’i bir şekilde bırakmaya karar veren diğerleri de bu duyguyu yasamışlardır. Orası bir okuldu, evimizdi bir anlamda. Ama yaşanan tatsız olaylar o güzel günleri sildi götürdü.
Artık yeni bir yasam başlıyordu yeni bir adreste, bu adresin adi Yeni Yüzyıl gazetesiydi.